~~~~~~~~~~
Jian Yi, sabah saat beş sularında, kapının gıcırdayarak açıldığını duydu. Gözleri yorgunluktan birbirine öylesine yapışmıştı ki, var gücüyle hareket de etmeye çalışsa yapamadı.
Gıcırdayan kapının önünde duran silueti hissetti. Giydiği cüppenin salınışını bile kapalı göz kapaklarının arasından görebiliyordu.
Da Fu, genç ve güçlü adama seslendi. Ve Jian Yi, yüzünde bir gülümseme olduğunu düşündü. Çünkü sesi öylesine uysal ve iyi geliyordu ki başka bir şey mümkün olamazdı.
Zar zor gözlerini açtığında ise yüzünün dünkü kadar asık olduğunu gördü.
“Burada uyuduğuna inanamıyorum.” dedi göz devirirken Da Fu. Saç örgüsü çözülmüş, uçlarında hafif dalgalar bırakmıştı.
“Buraya diğer evler oldukça uzak, o saatte dışarı çıktığımda ilerlemek için oldukça yorgun hissetmiştim.” diye karşılık verdi homurdanarak Jian Yi.
Doğruldu. Gözlerini açık tutmak zordu ve istese de yapamadı bu yüzden bir süre kısık gözlerle tepesinde dikilen bu adamı izledi.
“Ah, eğer gitseydin ormanın ruhu seni oracıkta öldürürdü. Bunu bilmiyor muydun?”
Jian Yi durgundu. Kolları her iki bacağının üzerinde, bacağının iç kısmındaki boşluğa doğru sarkıyordu, kamburdu. Boş bakışlarla Da Fu’nun suratına bakmakla yetindi. Bir an sonra kendine gelir gibi oldu ve başını eğip yüzünü sertçe ovuşturdu.
Başını tekrar kaldırdı, anlamayarak Da Fu’nun suratına baktığında şaka yapmadığını belirten bir yüz ifadesiyle karşılaştı.
“Buraya gelirken şanslıydın. Güzel yollardan geçmiş olmalısın. Ya da pek de dikkatli bakmamışsındır etrafına. Jian Yi, patikaların her iki tarafında da toprağa gömülü morarmış eller görmeliydi.” dedi Da Fu. Ardından işaret parmağını çenesine götürerek düşünceyle mırıldandı: ” Gerçi, üzerindeki mantarlar onları kamufle etmiş olabilir.”
“Ormanın ruhu bunu neden yapsın?”
Gözlerindeki bıkkın ifade ve dudaklarındaki soğuk gülüşle içten içe gencin ne kadar saf olduğunu düşünüyor olmalıydı. Kapının kirişine dayandıktan sonra, başını koluna yaslayıp gözlerini hafifçe kapattı. Uzun kirpikleri yanaklarına gölge düşürmüştü.
“Ormanın ruhu sinirli, üzgün olduğu için sinirli. Bu yüzden gece, içerisindeki insanları yakalıyor ve toprağın altına çekiyor. Oluşan mantarlarla kendi toprağının havalanmasını sağlıyor olsa da, -ki ilk incelediğimde bu yüzden olduğunu düşünmüştüm-, bir yandan kurduğu mantar kökü ağı sistemiyle duyularını geliştiriyor.”
Jian Yi mırıldandı:”Yani ben patikadan geçtiğimde,”
Da Fu,başını sallayarak konuştu; “Toprağın altında seni hisseden kökler orada olduğunu söylemişti.”
Kaşları çatıldı. İçindeki tuhaf duyguyla, ‘Yanlış bir karar alsaydım az kalsın ölecektim ve bana hiçbir şey söylememişti.’ diye düşündü.
“Bu saygıdeğer kişi oldukça yaşlı. Sana söylemeyi unutmuş olmalı.” Gözlerini hafifçe aralamıştı ve Jian Yi, göz bebeklerine akan zevkin pırıltısını fark ettiğinde, dona kaldı.
Jian Yi, eskiden tanıdığı o adamın kaybolduğunu düşünmeye başlamıştı. Da Fu gerçekten gösterdiği kadar kötü müydü? Eskiden onu anlayabiliyordu. Ama şimdi, zaman aralarına girmişti. Sayısız gün, sayılı yıllar… İkisi de birbirini unutmuş gibiydi.
Bu en iyi ihtimal; Da Fu, kötü bir ruh tarafından ele geçirilmiş olamaz mıydı?
“Hah, az kalsın ölüyordum demek…” dedi düşüncelerinin arasından. Kafasını hafifçe kucağına doğru eğmiş ve bedenini kollarıyla desteklemişti.
Da Fu ise, genç adamın karamsar sesini duyduğu gibi gözlerini devirerek, kapının önünden hafifçe yana kaydı ve konuyu değiştirerek Jian Yi’nin güvensizliğini belli eden aura çeperini görmezden geldi. “Aç olmalısın. Birkaç buğulu çöreğim var.” dedi beklenmedik bir şekilde.
” Bana eşlik etmene izin verebilirim.”
Yüzünde pişmanlıktan eser yoktu, aksine oldukça rahat görünüyordu. Sanki söylediği onca şey zırvalık ve şakaymış gibi… Şaka olabilir miydi ki?
Jian Yi, yaşadığı şokun ardından bu kadar pervasızca davranan yaşlı adama hayret etti. Bir insanı ölüme terk ettiğinde bu kadar rahat davranabilir miydi ki? Bu psikopatlıktan da öte canilikti.
Da Fu ise, yalnız kalmayı bahane ederek onu resmen ölüme mi terk etmişti? Yoksa böyle bir tehlike söz konusu olmadığı için, onun gitmesine izin mi vermişti?
Çok belirsiz…
Yeni uyandığı için zihni bulanıktı. Uyku mahmuru idi, bütün bunları bir kenara atarak zamanı geldiğinde çözüme kavuşacağını düşündü ve Da Fu’nun yüzündeki kar gibi donuk ve soğuk ifadeyi görmezden geldi. Muhtemelen onu korkutmak istemişti, her zamanki gibi yalnız kalmak için onu uzaklaştıran küçük bir bahaneydi.
Jian Yi yüzündeki gülümsemeye karşın, iğneleyici sözler kullandı: “Ne kadar da cömertsiniz.” Ardından ekledi: “Ah, sormama izin verin, bu saygıdeğer kişinin bedeni bir ruh tarafından ele geçirilmiş olabilir mi?”
Hızlı davranıp yakınında olan ihtiyarın cüppesine, eteklerine yapıştı. Hafifçe sendeleyen Da Fu ise bu küçük şakayı görmezden gelerek, eğilip Jian Yi’nin ellerine birkaç defa vurduktan sonra arkasını dönüp cıkladı.
“Buna cürret edebilecek bir hayalet tanımıyorum.” Dedi bu küçük harekete karşı olarak.
Soğuk bir gülüşün ardından kapı pervazına uzanıp doğrulan Jian Yi, elbiselerini silkerken yüzünü hafifçe buruşturarak küçük bir ses çıkardı. Kuluçlarının ağrısı çok yeni sayılırdı, dünün yorgunluğundan olsa gerek, tüm kötü koşullara rağmen deliksiz bir uyku çekmişti.
Giysilerini üstün körü silktikten sonra, saç bandının üstünden kendisine bakan küçük saç tutamlarını düzeltip, ayağıyla, dün çalılardan yaptığı küçük bir yuvaya benzeyen yaprak tepeciğini dağıttı.
Boynunu kütlettikten sonra içeriye girdi ve Da Fu’yu takip etmeye koyuldu.
Jian Yi, kapıyı kapattığında evin içini saran farklı ve berrak bir aura alanının olduğunu fark etmekte gecikmemişti. Gece boyunca, içki kokusu içinde yüzen o karamsar ve vasat hava, güneşin ayması ile birlikte kaybolmuştu.
Tahtalar daha paktı. Koridordan bile duyulan sandal ağacı tütsülerinin enfes ve mest edici kokusu, sanki bu evin has kokusuymuş gibi doğal ve güzel duruyordu.
Da Fu’nun dün oturdukları odaya girdiğini fark ettiğinde adımlarını biraz hızlandırarak ilerledi. Kapının kirişinden girdiği gibi hafifçe gözlerini kısarak, odayı aydınlatan sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, durgunca etrafa şöyle bir göz attı. Aslında bunu yapmak bile kabalıktan sayılırken, o uykusuzluktan olsa gerek umursamadan etrafı kolaçan etti.
Dün, kızıl ışıkların aydınlattığı, içerisinde hüzün bulunan oda gitmiş, yerine; berrak, mütevazi ve sade bir oda gelmişti.
Açıkçası bu bir nebze tüm o ıvır zıvırların yok olmasından da kaynaklıydı. Da Fu’nun arkasındaki hurdaların her biri gitmiş; odanın bir köşesine uzun bir vazonun içinde birkaç parça ince, taze yapraklı bambular yerleştirilmişti.
Karşılıklı duvarlarda birbirine bakan iki kitaplık da düzenlenmişti. Kitapları daha özenliydi ve duvarlara rastgele yapıştırdığı tılsımları kaldırmıştı. Sarı varaklar, kitapların üzerinde düzinelerce duruyordu. Serilen beyaz hasırın üstü daha temizdi.
Bedenini delip geçen bakışları hissettiğinde dalgın bakışlarını geri çekerek başını bir köpek gibi hızlıca salladıktan sonra, soğuk ve sert bakışların sahibi olan Da Fu’nun karşısına geçerek oturdu ve eğilerek küçük bir özür diledi.
Başını kaldırdığında, koyu mavi dış cüppe ve kenarları gümüşten işlemeli kumaşın içindeki adamın dünkünden daha özenli olduğunu da fark etmişti.
Yakasının iki kenarından sarkan gümüşten zincirler ve zincirlerin uçlarına bağlanmış birkaç sembolik gümüş kelebek vardı. Giysinin üzerindeki fildişi düğmeler, gümüşle birlikte yüzü güzel ve saf yeşim taşından yapılmış gibi pürüzsüz görünen adam ile uyum içindeydi, ona zariflik katmıştı.
Uzun bir sessizliğin ardından kol yenlerinin arasından görünen bileklerindeki işlemeli kalın kollukların hafifçe masa çarpmasıyla birlikte Jian Yi, bir defa daha kafasını kaldırabilme cür’etinde bulundu ve kendisine bakan bir çift anka gözle karşılaştığında gerildi.
Da Fu hiçbir şey söylemeden gözlerini aşağı indirdi, kol yenlerini düzeltmeye koyuldu. Bu hareketi, sanki bilerek yaptığını belirten bir edayla ve zaman kazanıyormuş gibi bir izlenim bırakarak devam etti. İlk konuşan olmak istemediği barizdi.
Jian Yi hemen sonra düşüncelerini sekteye uğratan bir şey fark etti.
Da Fu’nun arkasında duran fon.
Arkasındaki duvarı kaplayan, dün ıvır zıvırların üzerini örten büyük beyaz kumaştı o.
Onun üzerinde bir rün olduğunu o zaman fark etmemiş olmak oldukça utanç vericiydi.
Gözlerini kısarak sarı bir boyayla yapılan dairenin üzerindeki, içindeki ve dışındaki sembolleri dikkatlice incelemeye koyuldu. Rün bir sürü kavisten keskin ve vurgulu çizgilerden oluşuyordu. Dudaklarını araladı: “Bu rün, ruh çağırma rünü mü?” diye sordu tereddütle. Ay ve Bir kaplanı temsil eden, her şeyin sonunda koyulmuş olan uzun kıvrık bir çizgi mevcuttu. Ama diğerlerine oldukça yabancıydı.
İhtiyar başını iki yana salladıktan sonra, duruşunu dikleştirdi ve Jian Yi’nin sorusuna cevap olarak, parmağını omuz hizasında kaldırıp sembolleri hızlıca çizdi. “Ruh çağırma rünü olsa bile bir şeyler eksik, bu yüzden onu dekor olarak kullanıyorum.” Dedi hafifçe. Yüzünde hala soğuk bir maske vardı. Yaptığı parmak hareketlerine karşılık, arkadaki rün cevap olarak üç defa parıldadı.
Jian Yi, geçmişte öğrendiği birkaç dersten hatırladığı kadarıyla bunun bir yanlış olduğunu anlayabilmişti.
Ruh çağırma rünleri diğer rünlere göre oldukça tehlikeli kabul edilir. Dahası onları sadece işinin ehli olan bir usta yapabilirdi. Bu rünün sembolleri oldukça tartışılmıştır ve bu yüzden güvenilirliği her zaman sorgulanır.
Buna rağmen pes etmeyen bir çok insan, gerçek rünü bulmak için sayısız tehlikeyle yüz yüze gelse de bilinen en temel rün, ruhun insana birkaç defa görünmesini sağlar. Onun dışında ruh çağırma rünleri, geçmişte pek çok soruna neden olduğu için halk arasında kesinlikle sır olarak tutulmuştu. Birinin bu rünü kullanması için her şeyinden vazgeçecek kadar umutsuz olması gerektiği savunulurdu, ve eğer bedeni rünün gücünü taşıyamayacak kadar zayıfsa bu bir felaketti.
Rün, her ne kadar popüler olmasa da kullanıldığında yıkıcı bir etkiye neden olurdu. Sadece Çin’de bile Cehennem pavilyonu olarak adlandırılan beş yer mevcut. Ve hepsi de bu ‘ruh çağırma’seanslarının yanlış gitmesi yüzünden ortaya çıkmıştı.
“Dekor mu? bu şeylerde pek iyi değilimdir ancak bu yaptığınız tehlikeli değil mi, eğer bir rün düzgün çizilmemişse geri teper.”
Göz kırparak elini havada umursamazca şöyle bir salladı. Uzun yeni havada şıklamıştı. “Bunu benden daha iyi bilemezsin.” Ardından hafifçe kaşlarını çatarak, ” Hadi. Çayım soğudu… Soğuk çay isteseydim bir küp buz alırdım.” diye söylendi.
Jian Yi, Karşı çıkmayarak eğip buğulu çöreklerden bir tanesini tereddütle aldı. Onu daha fazla sinirlendirmek istemiyor, ayrıca daha fazla azarlanmak istemiyordu.
Çöreği burnuna götürdü ve lezzetli kokusuyla ağzının sulandığını hissetti. Ellerinde ufacık gözüken çöreklerin Da Fu’nun zarif ellerinde daha büyük göründüğünü fark ettiğinde ,her şeye rağmen hafifçe gülümsemeden edememişti.
Küçük bir ısırığın ardından porselen çaydanlığa uzanıp, Da Fu’nun mavi çay bardaklarını doldurdu. Çayın tüten dumanı ve etrafa saçılan hafif ekşi ve ağız sulandıran kurutulmuş papatya kokusu etrafını sardı.
Da Fu, Jian Yi’nin kaçamak bakışları arasında sessizce küçük bir lokma alıp aheste aheste çiğnedi.
Papatya çayı soğuk algınlığına iyi gelir ve vücudun gerginliğini alır. Jian Yi, bunun bir tesadüf olmadığını düşünecek kadar saf ve iyi yürekliydi. Gözlerinde beliren pırıltı minnettarlıkla doluydu, hafif bir gülümsemenin dışında; kendisiyle ilgilenmeyen bu adamın daha fazla canını sıkmamak adına hiçbir şey söylemedi.
Yemek yerken hiç kimse konuşmamıştı. Bu yüzden Jian Yi, son lokmayı ağzına attığı sıra, dün anlaştıkları gibi soracaklarını tamamen aklına kazımıştı ancak Da Fu, önce davranıp çayından bir yudum aldıktan sonra keskin gözlerini ona dikti ve sevimli bir şekilde konuştu.
“Artık gitme vaktin geldi. Umarım doymuşsundur. Misafirperver değilimdir, bu yüzden affına sığınıyorum.”
Kurulan kırıcı cümleyi idrak etmesi birkaç dakikasını aldı. Ardından kaşlarını çattı. Azarlanmış küçük bir çocuk gibi hem öfkeli hem de sessiz duruyordu. Ama hemen sonra, Jian Yi istemsizce elini masaya vurdu.
Da Fu ile birlikte irkilse de yüz ifadesini korumayı başardı.
Dün, istediğini yapmış geceyi dışarıda geçirmiş ve tüm o kaba konuşmalarını sarhoş olmasına bağlamıştı. Genç adam, bir hayli sabırlı ve hoşgörülüydü ancak bir nedenden ötürü şimdi, kendisini kontrol etmekte zorlanıyordu. “Geldiğimden beri doğru düzgün bir şey konuşmadık, dün kalbini kazanma zırvalıklarını beni başından savmak için mi söyledin?”
Da Fu ağzını eliyle örttü. Kısılan gözlerinin arasından küçümseyici bakışlarla: “Ah, öyle mi demişim..?”
Genç başını sertçe salladıktan sonra kollarını göğsünde birleştirip dik bir şekilde oturdu. Hareketleri küçük bir çocuğun öfke krizlerini andırıyordu. Ve İhtiyar da, bu adamın toy davranışlara sahip olduğunu anında kavradı. Üstelik Da Fu’nun hareketlerini göz ardı etmişti. Biraz daha ileri giderek çekinmeden konuştu. “Buradan istesen de gitmeyeceğim. İnatçılığın kalbime şüpheyi düşürdü bu yüzden ne kadar karşı çıkarsan çık, neden buraya geldiğimi birlikte bulup sorularımı cevaplamadığın sürece gitmeyeceğim.” Bir an düşündükten sonra ekledi: ” Hem param da kalmadı, ”
“Ah, Öyle mi?”
Bu sefer söylediği kelimelerin her biri soğuktu, ve bu Jian Yi’nin geri çekilmesini sağlasa da gözlerini kapatıp yerinden kalkmayı reddetti. Da Fu uzun zamandır yalnızdı, ve bunca yıldan sonra, ziyarete gele gele, küçük inatçı bir keçinin gelmesi asabını daha da bozmuştu .
Jian Yi, keskin ve sinirli bakışları üzerinde hissederken tepkisiz kalmak için oldukça çaba sarf ediyordu. Ancak kötü auranın vücudunu delip geçtiğini hissetmek cesaretini kırmış gibiydi.
Biraz sonra koltuk altlarından kaldırıldığını hissettiğinde şaşkınca gözlerini açtı ve böylesine büyük cüssesini kolayca kaldıran kişinin kim olduğunu görmek için etrafına baktı.
“AAH, BANA DOKUNAN ŞEY DE NE ÖYLE!”
“DA FU, SENİ ACIMASIZ ADAM, BENDEN KURTULMAK İÇİN PİS UŞAKLARINI KULLANMAKTAN VAZGEÇ!”
Jian Yi, bu görünmez uşağın bir hayli agresif olduğunu hissetmiş ve görmediği düşmanın varlığıyla tüyleri dikten diken olmuştu.
Hemen sonra kuruduğu cümleden pişman oldu..
Kendisini kaldıran her ne ise oldukça güçlüydü, göğsündeki kolları çözülürken daha da yükseldiğini fark etmişti. Başını sola çevirdiğinde kollarını önünde birleştirip, dik bir şekilde oturan Da Fu’nun hiçbir şey yapmadığını gördüğünde sinirlendi.
Da Fu’nun ise umurunda değildi. Ondan gerçekten nefret ediyor olmalıydı ki, dinlemiyordu bile. Bu bile başlı başına bir sorunken Jian Yi’nin, Da Fu’yu bilip gelmesi büyük bir cesaretti. Nitekim adam onu tanıdığından beri böyle acımasız ve soğuktu. Ama Jian Yi, böylesini beklememiş, hayal kırıklığına uğramıştı.
Kollarını göğsünde bağlamış, saçları pencereden esen rüzgarla hafifçe hareketlenen adam, duygusuz yüzünü ondan tarafa çevirmeye bile tenezzül etmiyordu.
“Da, Fu, Da, Fu…!” tekrar denedi Jian Yi.
Da Fu, başını diğer tarafa çevirirken omuzlarını yukarı kaldırdı. Mavi cüppenin keskin hatları ince omuzlarını daha sıkı sardı. Bedenini silktikten sonra ‘hıh’layarak gözlerini kapattı.
Bu, kesinlikle ‘seni görmezden geliyorum’ demekti. Onun için önemsiz bir parça kumaştan farksız değildi.
” Saygıdeğer Efendim, bağışlayın!” diye inledi Jian Yi. Çaresizlik bedenini istila etmekteydi. Söylediklerinde hatalı olduğunu kendi de anlamıştı.
Eğer inatçıysanız Da Fu daha da inatçı olurdu. Eğer öfkeliyseniz, Da Fu daha öfkeli ve … Bunu bilmesine rağmen Jian Yi’nin bu şekilde patavatsız ve resmiyetsiz konuşması kendi sonunu hazırlamış, zaten iş birliğine sıcak bakmayan Da Fu’nun çileden çıkmasına neden olmuştu.
Da Fu bir gözünü açıp kaçamak bakışlarla gencin korku dolu yüzünü izlerken abartılı bir şekilde oynadı. “Hah, Sanırım bir şey duydum…”
Ardından seslendi:
“Chuo*–”
“Benim, benim! Sana seslenen benim?!”
-chuo-pul*,Youpiao anlamında değil yine dokunmak gibi bir anlamı var sanırım, chuo chuo-dürtmek-
Yaşlı adam, bezgin bakışlarla havada çırpınan genci süzdükten sonra soğukça cümlesine devam etti:”Chuo Chuo, onu dışarıya at ve bir rün yapalım.”
Jian Yi dirense de, uzuvlarını çılgınca sallasa da kendisini kaldıran şeyden kurtulmayı beceremedi. Yavaşça odadan çıkarken, çaresizce Da Fu’ya doğru son bir bakış attı. Da Fu ise tepkisiz gözlerinde yanan iki mum ile odadan çıkarılışını izledi.