Da Fu tüm düşüncelerini bir kenara iterek kaşlarını çattı. Ve hırıltılı bir nefes aldıktan sonra gözlerini tepesindeki soluk tenli altın kaplana dikti. ” Olur da, iradeni kaybedersen… Önce arkadaki aptal adamı ye, tamam mı?” dedi gücenmiş bir tavırla. Kesin bir gerçeklikle düşündüğü şey, nefret ettiği adamdan önce ölmemekti.
Chuo Chuo’nın dudakları hareket etmedi ama sarı safir gözleri kısıldı. Hoş ve uysal bir tavra büründü. “Olur da dengesini kaybederse, İmparator Kaplan, Kıdemli Ölümsüzün dileğini yerine getirecek.” Durdu. Bir an sonra Da Fu’nun üzerine doğru eğildi ve tuhaf bakışlar arasında koyu kanı hafifçe kokladı.
“Kirli kan, onu çıkarman iyi.”
Da Fu tuhafça gözlerini kırptı. Ve beklenmedik bir şekilde gürledi: “Bana bilmediğim bir şey söyle!! Zaman daralıyor ama sen hala tepemde dikilmekle meşgulsün. Acınası yavaşlığınla, gerçekten elinden geleni yaptığını mı sanıyorsun!?” ve anında nefes nefese kaldı.
Chuo Chuo, uzanıp sakince eliyle ağzını kapattı. “Sinirlenme. Daha hızlı öleceksin.”
Da Fu, Chuo Chuo’nın soğuk tavırlarını hiçbir zaman benimseyememişti. Ve şimdi tam karşısında büyük bir buz dağı gibi dururken hangi yüzle ağzını kapatmaya cürret edebilirdi!?
“Ateş harlamaya gidiyorum. Sana bakan biri vardı..” dedi düşünceli bir tavırla. Henüz büyük avuç ağzından geri çekilmemişti. Da Fu düşündü; Kediden söz etmiyordu değil mi?
“Orada?”
Gözleri Da Fu’nun uzağında, sırt üstü uzanmış olan bedene kaymıştı. Beyaz ve çamurlu kedi, adamın geniş göğsünü rahat hale getirmek amacıyla patilerini tembelce hareket ettirdi. Da Fu, hala yere bastırılmıştı ve akılsız kelimeleri duyduğu gibi öfkeyle elini kapatan avucu ısırdı.- Onunla alay mı ediyordu? Akılsız Pan Chuo! – Bunların hepsinin hesabını soracaktı!
Chuo Chuo avucunda hissettiği küçük acıyla ona sadece bakmakla yetindi. Shen Xingyun’i kışkırttığını bu aklıyla anlayamamıştı. Hemen sonra Da Fu’nun öfkesi, fırtınalı gökyüzünü aratmayacak kadar kabarırken elini usulca geri çekti.
Da Fu göz ucuyla, şiltenin üzerindeki gence baktı. Çehresi, vuran ışıkla birlikte aydınlanmıştı. Soluktu, esmer teni sarıydı. Göz halkaları; kurumuş ve çatlamış dudaklar ve dağınık iç içe girmiş saçlar… Acınacak durumdaydı. Ama Jian Yi’ye bakan gözlerin hiçbiri bir duygu kırıntısı barındırmıyordu.
Odayı sessizlik kaplarken, Da Fu merakına yenik düştü. Gözlerini Jian Yi’den ayırıp, Chuo Chuo’nın yüzüne baktı ve temkinli bir şekilde sordu: ” Öldü mü?”
Chuo Chuo, kirpiklerini indirdi, yanıtladı: “Hayır, oldukça inatçı.”
Da Fu’nun düşünmesi için bir sebep yoktu. İçinden geldiği gibi davranmıştı, ve zarar gördü. Öfkelenmişti ve yine zarar gördü. Ona gitmesini söyledi; o, kalmak konusunda çene çaldı. Sabrı taştı: “Onu öldür.” dedi bir çırpıda. Gözleri kendinden emin bir şekilde Chuo Chuo’ya sabitlenmişti.
Kendisine üstten bakan kaplanın sarı gözleri kirpiklerinin arasından parladı. Yüzünü önüne çevirip göz ucuyla Saygıdeğer Efendiye cevap verdi:
“Hayır.”
Da Fu tüm öfkesiyle Chuo Chuo’ya döndü bir kez daha. Da Fu o kadar dikkatle inceliyordu ki, Chuo Chuo’nın küçük göz merceği, bakışlarıyla yuvarlak oldu.
Chuo Chuo omuzlarını silkti. “Onu özenle sakladın.”
“Saklamadım.”
“İsteseydin onu dışarı atardın. Ya da işini hemen bitirirdin.”
“Uydurduğun şeylere inanmayı bırak!”
“Ama o sözünü tuttu.”
“Ne sikim sözden bahsediyorsun?”
“Erguvan ağacının dallarıyla geri döndü?” dedi meraklı bir şekilde Da Fu’ya dönerek.
Da Fu, tüm o karmaşada bunu asla düşünmemişti. Ama bu genç adam gerçekten erguvan ağacının dallarıyla geri mi dönmüştü? Bunu fark etmek için zamanı olmamıştı ve bundan ayrı olarak kontrol etmeye gerek bile duymamıştı. Hem… Ona sarılan kolunda hiçbir şey yoktu ki!!!
Bir anlığına donup kaldı.
Kulaklarının uç kısımları istemsizce kızarırken, fark etmeden kurduğu tensel temas yüzünden iğrenmişti. Düşüncelerini bölen ses şöyle söyledi;
“Eğer geri dönerse burada konaklamasına izin verecektin.”
Da Fu sakindi, ama inatlaştı: “Bunu düşünmek için iyi bir zaman mı? İkimiz de yaralıyız?”
Ardından kaşlarını çattı. Ve düşüncelerle ağırlaşmış kirpiklerin arasına saklı amber *Kehribar* renkli gözleri kısıldı.
“Öldür.”
“Hayır. Sözünü tutmalısın.”
AĞH!!!!
Da Fu gözlerini devirdi. Dört gün boyunca bu adamla aynı yerde kalmak zorundaydı, üstelik bilinci yerinde bile değildi. Bir kambur gibiydi! Geldiği gibi tüm talihsizlikleri kendisine çekmişti, iblis çeken tılsımlardan farkı yoktu! Ne malum, başka uğursuzlukları da kendine çekmeyeceği?
“Senin için ateş ve onun için su getireceğim.” dedi Chuo Chuo, sıradan bir ses tonuyla.
Da Fu ise mağlubiyetin vermiş olduğu acıyla gocunarak konuşmuştu: “Evet, artık kahrolası kıçını kaldırmanın vakti gelmişti.”
Chuo Chuo, sağ duyulu bir İmparatordu. Ve bu sözler onu asla kışkırtamazdı. Da Fu’nun yüzeysel öfkesini, kulaklarının acısıyla özdeşleştirirdi.* Sadece bu kadar.
– Yani Da Fu’nun öfkeliyken inat etmesi ya da kötü kelimeler kullanması, sakin olan Chuo Chuo’nın kulaklarını ağrıtıyor ama onu öfkelendirmiyor.-
Kısa süre içerisinde Chuo Chuo geri dönmüştü. Geldiğinde elinde uzun bir demir maşa ve bir kap su vardı. Maşanın ucunda büyük bir demir parçası asılıydı. O kadar sıcaktı ki, havayı bile harlıyordu ve üzerindeki buhar hızla odaya karışıyordu.
Da Fu’nun göz bebekleri büyürken dudaklarını birbirine bastırmıştı. Dağlama konusunda kendinden emin değildi. Kim, bile bile canını yakardı ki hem? Belki de sessizce ölmek en iyisiydi, ve bir ziyaretçi olduğu zaman ölüsüne acıyıp onu güzelce gömer ya da yakıp iyi dileklerini sunardı?
Zavallı ihtiyar kırmızı demire bakarken savunmasız gözüküyordu.
Chuo Chuo, korkan yüzle karşılaşınca “Daha rahat hissedeceksin.” dedi düşünmeden. Onu sakinleştirmek istemişti.
Da Fu’nun ifadesi anında hırçın bir karaktere bürünmüştü. “Edepsiz…mh.” Ağzına sokulan beyaz kumaş parçasıyla birlikte kafasını yerden doğrulttu. Üzerine eğilmiş olan cüssenin büyük gölgesi altında öfkeli göz bebekleri titredi. Doğrudan Chuo Chuo’ya bakıyordu.
Yutkundu.
Chuo Chuo başka bir seçenek olmadığını söylediğinde oldukça ciddiydi. Da Fu, çoktan sınırına dayanmıştı ve kendini şimdilik iyileştiremezdi.
Kaşları yukarıya doğru büküldü, bunun acısını şimdiden bedeninde hissedebiliyordu.
Chuo Chuo, üzerindeki endişeli gözlere eğildi ve tüy kadar hafiflemiş bedeni sakince kaldırdı. Duvara sırtını yasladıktan sonra, hala kendisine titreyerek bakan gözlere ciddiyetle kenetlendi.
Dizlerinin üzerinde durmasına rağmen Da Fu’dan daha uzundu, bu yüzden endişeli bakışların saygıdeğer sahibi, başını hafifçe yukarıya doğru kaldırmıştı. Birbirine yaklaşan göz bebekleriyle, endişe içerisinde kendisine bakan kişi sevimli duruyordu.
Chuo Chuo’nın duygusuz bakışları ciddileşti. Soğuk ve karşısındakini ikna etmeye çalışan biri gibi bakışlarını kaçırmadan, Da Fu’nun omuzlarını tuttu.
Chuo Chuo: “Bayılırsan bariyer kırılır.”
Da Fu endişeyle, omuzlarını kavrayan elleri hissetmemiş gibi bakmaya devam etti.
Chuo Chuo: “Savunmak için Jue Chang’ı kullanacağım…”
Da Fu, kaşlarını belli belirsiz çattı. Nefes alış verişi ağırlaşmıştı. Göğsü inip kalkmasa, nefes aldığına inanmayacaktı. Göğsü kalktığında karın boşluğu iniyor, ve titrek nefesleriyle beraber karın boşluğu da şişiyordu. Yine de bu kadar ikna edilmeye ihtiyacı olmadığını düşündü. Chuo Chuo, Da Fu’yu ne sanıyordu? Bütün bunlardan daha fazlasına katlanmıştı… O temiz ve güçlüydü, istediği zaman bütün bir kasabayı elinin tek hamlesiyle yerle bir ederdi. Soğuk karın ve acımasız kışın altına göğüs geren krizantem çiçeğine benzetilebilirdi. Asildi, başını eğmezdi ve soğuktu…
“Eğer bilincini kaybedersen..”
-Kaybetmeyeceğim!! Artık kapat o lanet çeneni!-
Demir oldukça uzundu ama tüm delikleri bir vuruşta kapatamazdı.
Bu yüzden Chuo Chuo, Da Fu’nun yüzüne bir defa daha baktı. Ama Da Fu hazır değildi. Söylememek en iyisiydi belkide diye düşündü. Kendince haklıydı.
Ve düşündüğü gibi uygulamıştı.
Saniyesinde!!
Birden harlı demiri Da Fu’nun beline yapıştırdı. O saniyede dişlerini birbirine geçiren Da Fu’nun gözleri yuvalarında döndü. Gözlerinin beyazı kırmızı sinirlerle kaplanmış, alnındaki ve boynundaki damarlar görünmüştü. Boğazını sel gibi istila eden boğuk haykırış tırmandı ve sessizliği inletti.
Ve daha kendine gelemeden Chuo Chuo bir defa daha tekrar etti.
Da Fu’nun acıyla büyüyen gözleri sonuna kadar açıktı. Bir an nefes alamamıştı. Vücudunu geri çekmek için elinden geleni yapıyordu, ama arkası duvara dönüktü bu yüzden sadece yerinde kaymakla ve vücudunun üst kısmını yana çevirmeye çalışmakla yetindi. Hızla geri çekilen demirle beraber tekrar yere yığılmıştı. Çenesi sımsıkı sıkılıydı. Ağzındaki kumaş olmasa çoktan dişlerini kırmış olabilirdi. Arkasından savrulan saç tutamlarından birkaçı yüzüne düşerken tüm vücudu titriyordu.
Chuo Chuo büyük ellerini harlanmış yaranın üzerine koydu. Ve ferahlatıcı bir esintiyle birlikte dayanılmaz acı, biraz da olsa şekerle örtülmüştü.
Gözünden akmak için Da Fu’nun inatçılığıyla savaş içerisinde olan sıcak göz yaşları, kirpiklerinin kenarında bekliyordu.
“Sakinleş.” dedi Chuo Chuo yatıştırıcı bir ses ile. İçgüdüsel olarak göğsünde çapraz bir biçimde duran ve kendini korumaya çalışan kollarından birini kavradı. Sıcak avuçların güven veren hissiyle Da Fu’yu rahatlatmaya çalışıyordu.
Bütün bu şefkat gösterisine rağmen Da Fu’nun bedeni titremeye devam etti.
Chuo Chuo öfkeden mi yoksa acıdan mı titrediğini bir türlü kestiremedi ve tırnaklarıyla avuç içinin derisini delen adamın yumruğunu tuttu.
“Birazdan daha az hissedeceksin.” dedi. İkna etmeye çalışarak…
Chuo Chuo, Da Fu için yarattığı sakinleştirici ışık demetini, uzun bir zaman boyunca elinde tutamazdı. Bu onu daha da yıpratırdı. Da Fu’nun özünden beslenen kaplan ruhu, saldırının ikinci gününde bitkin düşmemeliydi. Buna rağmen tereddüt etmeyerek elini yaranın üzerine bastırmaya devam etti. Safir gözleri biraz sert bakıyordu ve bakışları yumruk haline gelmiş yeşimden beyaz ellerde durdu.
Da Fu, Chuo Chuo’dan hiçbir zaman böyle bir muamele görmemişti. Ve uzun zaman önce, kulağına dolan birkaç lakabı biliyordu: Bazı dönemlerdeki ahbapları tarafından kibir heykeli olarak adlandırılmıştı… Belki en komik olanı değildi ama kesinlikle soğuk ve ihtiyatlı Shen Xingyun için biçilmiş kaftandı. Sonuçta Chuo Chuo, şimdi bile Da Fu’nun onu itmek istediğini biliyordu.
Acı, ruhun gıdasıdır derler… Chuo Chuo, Da Fu’nun yemekten çatlayacağını** düşündü. Kontrol etmek için seslendi: “Saygıdeğer Shen Xingyun..”
**- Kullandığı cümle için bir atıfta bulunmuş. Acı ruhun gıdası, ve Da Fu da çok acı çektiği için, anlaşılmıştır umarım :(-
Göz bebekleri odaklanmış ve sonuna kadar açıklardı. Bir ihtimal onu duymadığını düşündü.
Da Fu, çınlayan kulaklarının acısıyla baş başaydı. Chuo Chuo’nın sesi, suyun altındaymış gibi boğuk ve uzak gelmişti. Da Fu, Üzerindeki elleri itmek istedi ve Chuo Chuo’ya kızmak istedi. Ve en önemlisi de beynini ve hatta nefes alışını bile duraksatan zonklayan sıcak acının kaybolması için bir an önce tekrar ayağa kalkmak istiyordu; Dinlenmek acıyı keskin hale getirir, ve görmezden gelmek ise her şekilde iyidir.
Chuo Chuo ise, Da Fu’nun isteklerini umursamak yerine işine devam ediyordu. Gözle fark edilir bir şekilde, Da Fu’nun sıkılı çenesi, asırlar gibi gelen dakikalar içerisinde gevşemişti. Chuo Chuo rahat bir nefes aldı. Bunun avuç içindeki zayıf ışık demetinin etkisi olduğu barizdi. Neyse ki Da Fu oldukça güçlüydü…
Acının sadece zonklaması kamufle edilebilmiş olsa da söz konusu olan “dağlanmak” bedeni bir süre uyuşturmuştu. Da Fu, bundan daha derin acılara katlandı. Birçok savaşta, neredeyse kalbi bile paramparça olmak üzereyken hayata tutundu. Ve bu, yerde kıvrılıp titremek için yeterince acı verici olmamalıydı!
Birbirine çaprazlanmış kollar zamanla gevşediği zaman, Chuo Chuo bakışlarını kaldırdı. Onu yatıştırmak adına ağzını açtığı sıra Da Fu, üzerindeki şefkatli elleri ittirdi ve sırt üstü uzandı. Saçları, suyun üzerinde yayılan yosunlar gibi yayılmıştı.
Chuo Chuo sustu.
Da Fu’nun gözleri yorgundu. Ama kırgın ve gücenmiş bir şekilde Chuo Chuo’yı buldu. Gerçekten aniden yapmak zorunda mıydı? Şok içinde acıyla kıvranırken, ona öfkelenememişti bile…
Birbirine girmiş dudaklar zor da olsa açıldı. Ve tam konuşuyordu ki boğazındaki acının nefesini kestiğini fark etti.
Cılız ve çatallaşmış bir sesle konuşursa bu utanç verici an ile birlikte intihar ederdi!
Dudaklarını yavaşça kapattı. Ve usulca birbirine bastırdıktan sonra rahatsız olmuş bir biçimde gözlerini kaçırıp boş duvara çevirdi.
Chuo chuo, bir küfür dizisi bekliyordu. Usulca kapanan titrek kirpikleri fark ettiğinde Da Fu’nun onu görmezden geldiğini düşündü. Ve sıkıntılı bir nefes verip, Jian Yi’nin yanına doğru yürüdü. Da Fu’nun biraz zamana ihtiyacı vardı.
Getirdiği su kasesiyle, inatla hala nefes almaya devam eden gencin baş ucuna çöktü.
Jian Yi’ye gaddar davrandığını biliyordu. Aynı şekilde hala ona ısınmış değildi. Yine de, dün öfkeyle, kızarmış gözleriyle, ve ya acıyla diz çöküp Da Fu’dan merhamet dilenirken, gördüğü o gencin şimdi güçlükle nefes aldığını görmek vicdanını biraz olsun rahatsız etti.
Da Fu, onu öldürmesi gerektiğini söylerken, Jian Yi’nin gerçekten ölmesini isteyip istemediğini anlamamıştı. Çünkü söz konusu inat olduğunda Da Fu’dan daha inatçısını tanımıyordu. İsteseydi, onu o saniyede öldürürdü. Ama sözde nefret ettiği insana, kendi elleriyle ilaç dahi sürmüştü…
Aklını kaçırmış Shen Xingyun’den beklenildiği gibi kendisiyle çelişmeyi bir kenara bırak, sadece dövmek yerine söylenen onca ağır sözlerden sonra onun ölüsünü Yangtze’in içindeki sirenlere* balık yemi olarak sunmalıydı bile.
-Gövdesinin yarısı insan gövdesi yarısı balık gövdesi olan kötü görünüşleri olan, yamyam yaratıklar-
Kaşlarını çattıktan sonra anlamadığını belirten boş ve sert bakışlarını indirdi. Göğsünde oturan kediyi eliyle kovaladıktan sonra genç adamın nabzını kontrol etti.
Nabzı düzenliydi, ama zayıf atışlar vardı. Hala sıcaktı, üzerindeki tuhaf sıvı çoktan buharlaşmıştı. Önce genç adamın susuzluktan kurumuş dudaklarını ıslattı. Soluk teni sıcaklığı kamufle eden bir donukluktaydı ve su, sanki anında buharlaşacakmış gibi duruyordu. Ardından başını doğrulttu ve dudaklarını aralayıp ağzının içine, boğazından geçebilecek kadar su döktü.
Keskin gözler bir çırpıda belli belirsiz seğiren yüz kaslarını yakalamıştı. Bu iyi haberdi. Adem elması titreyerek yükselip alçalırken genç adamı yere bıraktı. Jian Yi’nin yarası dağlanacak kadar kötü değildi.
Suda fazla durduğu için göğsündeki ve avucundaki yaraların üzerinde kurumuş kan kalıntılarının üzerinde irin ve beyaz yumuşamış kabuklardan küçük izler vardı. Enfekte olmak bedeni güçsüz bırakır, üstelik ne zamandan beri bu haldeydi bilinmiyordu. Buraya kadar geçirdiği onca yol ve zorluktan sonra Ateşinin çıkması olağandı.
Kurumadan önce burnuna dolan sudan değişik, ve kaşındıran o koku da etrafında belli belirsiz tütüyordu hala. Bu sıvının, iyi mi kötü mü olduğunu bilemediğinden temizlemek için bir girişimde bulunmadı. Onun dışında yaranın en kötü ihtimalle dikilmesi gerekirdi.
Bu dört gün içerisinde ruhani gücünü daha iyi kontrol edebileceği için bunu yapmakla ilgilenmedi. Kol yenlerinin arasına sıkıştırdığı bandajları çıkarttı ve gencin yaralarını kapattı.
Da Fu, kendini daha iyi hissettiği zaman Chuo Chuo onu iyileştirebilirdi ve dört gün sonra bariyer kaldırıldığında şifalı birkaç ilaç ile göğsünün üzerindeki yara ve diğer birçok çizik ve morartı yok olurdu.
Sakince gözlerini indirdi. Yerinden çıkmış olan omzunu inceledi. Tedavi etmek konusunda kendinden emin olamadı. Yarım saat önce kendine gelebilmişti. Kolunu yerine oturtmaya çalışırken bedeninden ayırmak istemediği için akupunktur noktalarına baskı yapmakla yetindi ve dinlenmeye bıraktı.
Chuo Chuo Siyah kol yenlerini düzelttikten sonra, Da Fu’nun sersemlemiş suratına bir defa bakıp dışarı çıkmayı seçti, ve beyaz çamurlu kedi de Pan Chuo Gege’yı* takip etti.-abi, ağabey demek-
Zaman hızla akıp gitmişti. Da Fu’nun gözleri aralıktı ama zihni burada değildi. Hala aynı yerde sırt üzeri uzanıyordu sadece bacaklarından birini kendine doğru çekmişti ve kolları da serbestçe iki yanına doğru açılıyordu.
Nefes almakla ilgilendi ve acısını yutmaya çalıştı. Boğazı kurumuş olmasına rağmen bedenini bir milim bile kıpırdatmadı.
Kağıt bebek gibiydi.
Akşamın çökmesiyle beraber etraf zifiri karanlığa gömülmüştü. Bu soğukta ve yalnızlıkta burnuna dolan sıcak buharın taşıdığı lezzetli koku ile gözlerini birkaç defa kırpıştırdıktan sonra kendine gelmiş gibi görünüyordu.
Burnunun ucu hafifçe hareketlendi. Sıcak ve iştah açan koku uzaktan gelmiyordu. Merakla kendini doğrultmaya çalıştı.
Sudan da önemlisi Da Fu gün boyunca hiçbir şey yememişti. Dün, sadece bir çörek yemiş ve biraz çay içmişti. Ve tüm bu karmaşa arasında karnının acıktığını, burnuna dolan lezzetli kokuyla anlamıştı.
Chuo Chuo kesinlikle zahmetli olmayan basit bir yemek pişiriyordu. Ve eğer yemek varsa, Chuo Chuo büyünün geri kalanını kendi halletmişti ve hala insan bedeninin içindeydi.
En azından bu üzerindeki yükü hafifletmişti.
Göğsü bugün aldığı ilk rahat nefes ile dolarken ağırlığını sağlam olan koluna verip bacaklarından birini kendine doğru çekip oturdu. Sızlama devam ediyordu. Hatta Chuo Chuo’nın yaptığı tüm o şeylerden sonra bile, acı aynı keskinliği sürdürerek devam etti. Kendini biraz toparladığı için beti benzi atmış olsa da güçlü gözükmeye başlamıştı.
Chuo Chuo, bir elinde dün akşamüzeri Da Fu’nun getirdiği süslü küçük bir kase ve ıslak bir mendil ile geldi, diğer elinde ise porselen kaşık duruyordu.
Da Fu merakla bakmaya devam etti. Birkaç defa kendi kendine “hm”layıp boğazının iyi olduğunu anladığına konuştu;”Pilav gibi kokuyor.”
“Lapa, daha kolay ve zahmetsiz yutacağınız bir şey.” dedi gururla Chuo Chuo, yüzünde memnun olduğunu belirten ifade ile yürümeye devam etti.
Da Fu,gözlerini kırpıştırdı, masumca dudak büzdü ve yüzünü çevirip kaşlarını çattı.
“Onu yemeyeceğim. Soğuyunca hoşuma gitmiyor.”
“Pekala, yapabildiğim tek şey bu.” dedi aynı tonda Chuo Chuo.