Two Thin Worlds 13.Bölüm

Bu Ölümsüz Düzgün Düşünemiyor

 

 

Adam, ona tek eliyle sımsıkı tutunmuş olsa da saniyeler içinde bacaklarındaki güç tükendi.

Da Fu ne olduğunu anlamadan ve yüzündeki dehşet ifadesi solmamış iken aniden alevlendi!

Ne düşüneceğini ve ne yapacağını bile bilmiyordu, aklı karışmış, düşüneceği her şey birbirine girmiş ve kaosun ortasında kalmıştı!

Düşen gencin boynunu refleksle yakaladı, kavrayıp yüzünü boynuna gömdü ve boştaki elini öfkeyle savurdu. Ceketinin yenleri havada şıklarken kapıyı, nasıl açıldıysa o şiddette kapattı.

Kahretsin! Gerçekten o neydi öyle!?

Eli, kalın boynu sımsıkı tutuyordu. Jian Yi’nin  boynuna daha da gömülmesine izin verirken, Chuo Chuo’nın kapısının arasından bir sürü tılsım uçarak evin her bir köşesine kondu.

Da Fu o sırada hızla bir gizlenme büyüsü mırıldanıyordu. Ardından boştaki eliyle havaya bir tılsım çizdi ve onu kapıya doğru hızla itti.

Bu hareketinden sonra, evin etrafı hızla büyüyen ince bir kalkanla örtülmüştü.

Kafa derisinden hızla akan birkaç su damlası yüzüne doğru yol aldı.

Keskin anka gözleri es geçmeyip uzun kirpiklere yapıştılar ve çenesinden akan damlalar gencin kirli boynuna düşerken, Da Fu daha demin ne olduğunu anlamak için öylece durdu.

Kendisine sarılan kol gevşemişti, bacakları kemiksiz gibiydi. Da Fu, genci kendine bastırmıyor olsaydı şimdiye kadar yeri boylardı…

Hızlı hızlı nefesler alıyordu, öfkeden mi yoksa afalladığı için mi kestiremedi. Sadece içini sarıp sarmalayan şiddetli duygunun bedeninin tam ortasında camdan bir bıçak gibi göğsünü kestiğini ve kor gibi harladığını hissediyordu.

Parmaklarının arasındaki kemikler avucuna baskı yaptı.

Boştaki eliyle gencin belini sıkıca kavradı, hemen sonra onu bırakmak için düzgün bir alan ararken gözleri, baygın bedenin yanında öylece sallanan kola takıldı.

Omzu çıkmıştı!

Ve sadece o da değil!

İkisinin de nefes sesleri düzensizdi, ama genç adamın nefesleri Da Fu’nun nefesleri arasında duyulmayacak kadar zayıftı. İkisinin göğüsleri düzensiz biçimde inip kalkıyor ve birbirlerine çarpıyordu.

Da Fu, çelik gibi bir yüz ifadesiyle yavaşça, dizlerinin üzerine çöktü. Genç adamı bırakmadı, kendisiyle beraber duvar kenarına çekti. Bir süre sonra sakinleştiği gibi tutuşunu gevşetti, ve yüzü boyun girintisine gömülü adamın bedenini görecek şekilde uzaklaştırdı. Şaşkındı. Dehşete düşmüştü.

Buhardan rengi yerine gelen ten rengi, bir anda daha da solgunlaşmış gibi göründü.

Ne yapacağını bilemeyerek gözlerindeki korku ile, gencin harap olmuş bedenine bakıyordu sadece.

Uzun saçları, karmakarışıktı. Yapraklar, dallar çamur… Hepsi birbirine girmişti. Yüzü bir ölünün ki gibi solgun görünüyordu. Sanki günlerdir uyumamış gibi, göz altı fark edilir bir şekilde koyulaşmıştı. Yüzü çiziklerle doluydu, Bedeni ise anlatılmayacak kadar kötüydü…

Geniş göğsünü boylu boyunca yaran derin üç pençe izi, derisini iki kenara fırlatmıştı; kenarlarını hafifçe kaplamaya başlayan sarı irin ve kan iç içe girmişti, kırmızı et yer yer tam yırtılmış, yer yer ise sadece deri tabakasını ince bir şekilde yarmış ve etin üzerini kaplayan beyaz tabaka dışarıya çıkmıştı.

Da Fu, uzun bir süredir ne bir yaralı ile karşılaşmıştı ne de bir cesetle.

Şimdi bütün bu detayları yakından incelemek, karnının kasılmasına neden oldu. Hortlakların da verdiği endişe ile birlikte kalbi boğazına güçlü bir şekilde atmaya başlamıştı.

Bir an sonra istemsizce elleri gencin bedenine doğru uzandı, fakat bir nedenden ötürü belli bir mesafede durup, dokunmaya cesaret dahi edemediler. Kemikli ince eller belli belirsiz titrerken, kızarık eklemler yavaşça büküldü, ve parmaklarını avuç içlerine gömdü. Başını hafifçe eğmişti, ıslak saçları omuzlarından aşağı doğru sarktı.

Kulakları uğulduyordu, ve nedenini açıklanamaz biçimde hem öfkeli hem de korkmuş hissediyordu.

Böyle hissetmek normal miydi?

Dışarıdaki hortlakların hırıldamaları, kulübenin dışına vurmaları duyuluyordu. Muhtemelen verandanın korkuluklarını çoktan kırıp dökmüşlerdi.

Ve öylece otururken, birkaç metre arkasında duran odanın kapısından gelen yumruklamaları da duyuyordu.

Her şey üst üste gelmişti!

Kontrolünün dışındaki olaylar, onu daha da agresif bir yapıya bürüyordu. Ne hissettiği belirsizdi, ama gözlerindeki öfke, belirsizlik perdesinin hemen arkasından çakmak taşı gibi parladı!

İnce dudaklarını birbirine bastırırken belli belirsiz bir küfür savurmuştu. Ardından tüm sesler daha da net duyulmaya başladı.

Hırıldamalar öylesine tehditkardı ki, kulaklarını dolduran Chuo Chuo’nın kükremeleri arasından bile duyuluyor, beyninin içinde başka bir uğultuya neden oluyorlardı.

Daha birkaç saat önce, evi dingin bir gölün kenarı gibiydi. Huzurluydu, sessizdi. Gökyüzünün nemi yavaşça kaybolurken, orası hala sıcaktı. İnsanın ruhuna imparator çiçeğinin* -Krizantem-güzel kokusunu bahşeden yumuşak bir aura saçıyordu.

Etraf dingindi, havalanması için kazılan küçük bir alan vardı ve oradan rüzgarla kalkıp gelen toprağın ince, zarif fakat biraz da burnu gıdıklayan kokusu ile, buranın sıcak ve sakin bir yer olduğu hissedilebilirdi.

Şimdi… Şu ana bir bakın!

Aşağı Cehennem Dünyasından kalkıp gelen tüm o bedenlere bir bakın, ve öfkeyle kavrulup öldürme arzusuyla azan o kaplana bir göz atın!

Bu kötüydü, hem de çok kötü!

Da Fu, acele etmesi gerektiğini biliyordu, Jian Yi’nin yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek istiyordu.

Ve bir yandan da istemiyordu!

Ama elleri, kendisine fırsat bırakmadan tekrar uzanmış, önce iki parmağını genç adamın belirgin filtrumuna* koymuştu.

Burun ve dudak arasındaki girintili boşluk.-

Belli belirsiz bir düzen içerisinde, hafif bir hava akışı hissediliyordu ama Da Fu bunu yeterli bulmayıp boynuna doğru yöneldi. Soğukla birlikte kızaran parmakları ateşe dokunmuş gibi çekildi anında. Nitekim adam gerçek olmayacak derecede sıcaktı!

Da Fu, kaşları karamsarlık  ile gölgelenirken düşündü: Üzerindeki başka bir şey miydi, yoksa sadece su mu? Eğer ormanda karşılaştığı farklı bir sıvı ise, ateşinin olması başka bir sorunun göstergesiydi, su ise……. –şu an sırası değil! O şimdilik yaşıyor!-

Da Fu, hızla ayağa kalktı.

Eğer şimdi halledemezse daha kötü şeyler olacaktı. Eğer işini bitirdiğinde hala nefes alıyorsa o şanlıydı, ama ölüyse, Da Fu onun için sadece küçük bir mezar çukuru kazabilirdi.  Bunun dışında yapılabilecek hiçbir şey yoktu. İleride binlerce insan vardı, ve burada da ölmek üzere olan tek bir tanesi. Bu yüzden mantıklı olanı yapmayı seçti: Mutfağa gitti ve odunlardan birine eski bir kumaş sardıktan sonra ucunu tutuşturdu!

Hızlı adımlarıyla, yürümüyor adeta uçuyordu!

Da Fu düşündü; en önemli görevi, Chuo Chuo’nın öldürme iç güdüsüyle dolup taşan bedenini sakinleştirmek için bir tütsü bulmaktı. Önceden kopardığı erguvan ağacı parçalarını kurutulmuş melek otu*-yatıştırıcı etkiye sahiptir- ile güzelce ateşte yakarsa çıkan dumanla Chuo Chuo’yı hem sakinleştirmiş olurdu, hem de o parçalar yeterli olursa, geri kalan günleri sakin geçirebilmesi için onu insan bedenine sokabilirdi. Ardından hortlaklarla ilgilenmek için kılıcına davranmalıydı… Bu en iyi ve en hızlı plan… Başka bir seçenek yok… Eğer şansı yaver giderse hızlı bir şekilde hepsini halledecekti. Ve eğer bu olmazsa……

“Jue Chang*!!!”

Kulübenin içi sesiyle beraber titredi.

Uzaktan bir çınlama sesi duyulurken, rüzgarı ikiye bölen kılıç, hızla uçarak Da Fu’nun elinin altına yerleşti.

Uzun zamandır kullanılmamasına rağmen kını tertemizdi, parıldıyordu. Kılıç muhteşem bir güzelliğe sahipti. Da Fu’nun koyduğu isime layık bir kılıçtı. İşlemeleri; gümüş ve siyah, kın üzerindeki, lapis lazuli taşının soyundan gelen parlak lacivert tonlarındaydı. Üzerinde beyaz damarlar bulunuyordu ve canlı mavi renk, ara sıra siyahla harmanlanıyor ve bazen de göz alıcı bir güzellikle parlıyordu. Üzerindeki işlemeler zarif, aynı zamanda cesurdu. Güzelliği Fırtınalı, aynı zamanda acı ile yazılmış bir aşk şarkısını andırıyordu.

–en mükemmel şarkı anlamına geliyormuş-

Da Fu, avucundaki gümüş ve işlemelerin soğukluğuyla ruhunun daha da kasvetli bir havaya büründüğünü hissedebiliyordu. Kaşları olabildiğince çatıktı ve kaşlarının arasına hiç var olmamış, derin bir çizgi görünüyordu.

Bir elinde meşale ve diğerinde de Jue Chang, hafifçe öne doğru bükülmüş, kolları da iki yanında kasılıp durmuştu.

Kaba bir haydut gibi ayaklarını yere vurarak, kapısı yumruklanan odanın önünde belirdi.

Elindeki ateşle, kağıdın üzerindeki büyüyü yaktığı gibi toza dönen mührün külleri yere değmeden kapı kırılmış, Da Fu hemen birkaç metre öteye çekilip, Jue Chang’ın kabzasını, Chuo Chuo’nın vahşet ve arzuyla kaplı yüzünün ortasına olabildiğince sert bir biçimde indirmişti!

Savrulan kaplan ruhunun bedeni dolunay ile birlikte artık görülüyordu!

Cüssesi bir kaplanın iki katıydı!

Hızla savrulan bedeni, Da Fu’nun kontrolsüz gücüyle birlikte yatak odasının duvarını yıkıp geçti ve hatta yatağı bile ikiye bölmüştü!

Saniyesinde toz ve dumanla kaplanan alanın içinden öfkeli ve tehditkar kükremeler duyuldu.

Da Fu, dumanı ikiye bölerek hızla, boş olan odanın içerisine girdi ve orada özenle saklanmış olan Erguvan ağacının parçalarını çıkardı.

Kırık bir karonun altında sakladığı parçalar şükürler olsun hala sağlamdı ve kalındılar, fakat acele etmesi gerekiyordu. Yıkıntıların olduğu bölgede bir insan da vardı ve bu kaos onu iyi etkilemeyecekti!

Doğrulduğu gibi tekrar toz bulutlarıyla kaplı olan bölgeye yöneldi, tahtalar eski olduğundan çok çabuk yıpranmışlardı, havayı kaplayan tabaka, Da Fu’ya avantaj sağlasa da, incelmişti ve bu uzaklıktan bile yatağın yanındaki öfkeli kıpırtıları görebiliyordu. Chuo Chuo’nın tüyleri canlı parlak bir turuncu idi, diğer kaplanlar gibi siyah çizgileri yoktu, sadece koyu turuncu tonlarında sert çizgileri vardı ve yüzü, karnının alt tarafı gibi normal bir kaplandan daha beyazdı.

Bu gerçekten de kötüydü.

Da Fu, etrafını sarmaya başlayan tehditkar aura karşısında ne yapacağını bilemeden öylece dikildi. Chuo Chuo’nın bacaklarının ve boynunun kalın damarları öyle belirgindi ki, onu yakalarsa bir çırpıda ezip yutabilirdi!!!

Hırıldamaların arasından, yavaşça zemine inmeye başlayan kalın bulut tabakasının altından parıldayan bir çift sarı ve kana susamış, tehditkar göz küresi parlıyordu.

Da Fu, altın kaplan ruhunu uzun zamandır bu kadar öfkeli görmemişti ve onu hafife almaması gerektiğini, kalın iki ön bacağın üzerindeki belirginleşmiş damarları daha net bir şekilde gördüğünde bir kez daha hatırladı. Tam gitmek için öne doğru atılmıştı ki, bir defa daha Chuo Chuo’nın öfkeli suratına bakmak için durdu.

Çıtırtılar, ve yere ağır ağır düşen tahtaların sesi tüm seslerin arasından Da Fu’ya yetişince, ihtiyar buna zamanı olmadığını anlayarak, hızla koridorun diğer ucundaki odaya yöneldi ve koşarken de bir yandan tüm samimiyetiyle bağırdı: “Pan Chuo*!!!Özür dilerim!”

–Buradaki chuo farklı, bildiğiniz gibi çincede kelimelerin anlamı vurgularına göre değişiyor ve buradaki chuo dürtmek anlamındaki değil inatçı anlamındaki chuo. Pan Chuo, Chuo Chuo’nın gerçek ismi, Da Fu kaplan formundayken dalga geçmek amacıyla ona bu lakabı vermiş yani :)”

“Sana iyi davranacağımı söylemiştim…….Ve, iyi bakacağımı…!!”

Avına kenetlenmiş vahşi bir hayvanın rüzgarla yarışı gibi, Chuo Chuo sesin geldiği yöne doğru fırlamıştı. Yüzündeki tüylerde hafifçe bir kan sızıntısı vardı, onun dışında hiçbir zarar görmemiş gibi görünüyordu.

Bu normal olandı.

Shen Xingyun’in gücü düşünülünce heybetliydi. Bu yüzyıl içerisindeki kum tanelerinin arasındaki altın parça bile sayılabilirdi. Ama Chuo Chuo’da altın bir kaplan ruhuydu.

Kanı asildi, ve üstün yetenekleri vardı, bir de dolunayın verdiği dürtüsel hırçınlık eklenince, kılıçsız Shen Xingyun’e denk sayılabilirdi. Ve belki de kılıçlı Shen Xingyun’e de denkti???

Kaplan ruhu bütün bir vahşilikle atladı, o kadar hızlıydı ki dönmek yerine önce duvara çarptı ve ardından hiçbir şey olmamış gibi, eski odaya doğru aynı hızla koştu.

İçeri girmesiyle birlikte yüzüne inen yumruk ile birlikte yüzü yana doğru savruldu.

İki metrelik koca cüsse bu yumrukla yerinden bile kıpırdamamıştı… Sadece, çenesine doğru akan kalın salya akıntıları etrafa saçıldı.

“Pan Chuo!” Sesi duyduğu gibi yüzü yine avına döndü, ama fark etmediği bir şey vardı.

Oda dumanla hafifçe tütsülenmeye başlamıştı, burnunun hafifçe etrafı koklaması bir kenara bu tuhaf aromalı kokunun ne olduğunu bile umursamadan Da Fu’nun üzerine atladı.

İhtiyarın yüzü önce sakindi, ama üzerini kaplayan kara gölgeyle birlikte başını döndürüp, keskin pençeli canavarın üzerine doğru atladığını gördüğünde panikledi. Yana kaymayı denedi ama keskin darbeden kaçınamamış, sırtını kaplayan kumaşla birlikte derisinin de etinden ayrılmasını engelleyememişti!

Yüzünü buruşturarak hızla Chuo Chuo’dan kaçındı, ve yüzünü yine kaplan ruhuna dönerken saçları arkasından yılan gibi kıvrıldı.

Da Fu ona nazik davranmaya çalışıyordu oysa!

“Bu kötü hissettirdi…” diye mırıldandı bedenini sarmalayan acıyı görmezden gelirken.

Kaplan ruhu hiç beklemeden bir defa daha atağa kalkmıştı ve bu sefer ıskaladı!

Pençesi sadece uzun, savrulan saç demetlerinin arasına girmiş ve birkaç tel yakalayabilmişti.

Da Fu, Jue Chang’ı kesinlikle yakın dostu üzerinde kullanmayı düşünmedi! Bu aralarındaki bağa saygısızlıktı, hakaretti!

“Pan Chuo!!!!”

“Bırak da… sözümü bitireyim, AGH!!”

Ve Chuo Chuo hiç durmadan, Da Fu’yu pençesinin arasına almaya çalıştı.

Kedinin, ışığa gelen güveleri yakalamaya çalışması gibi, Chuo Chuo da, kaçmaya çalışan Da Fu’ya vurmaya devam ediyor ve kapana kısılması için vuruşlarını sertleştiriyordu!

Melek otu ve erguvan yanmaya çok uzun zamandır devam ediyordu, Ama bu sakinleştirici karışım Da Fu’nun, tahmin ettiğinden de yavaş işliyordu. Ve bir de eğer yeteri kadar erguvan ve melek otu yoksa o zaman onları bulmak için hortlaklarla dolu ormanda gezintiye çıkmak zorundaydı… ÇOK ZAHMETLİ!!

Eğer vücudunu geri getiremez ise, ölçüler yeterli gelene kadar onu oyalayacak ve geri kalan dört gün boyunca dozları sabit tutacaktı ki uyanmasın.

Ve bir de o ahmak ceset torbası* vardı, ve dışarıdaki ceset torbaları…

-Jian Yi.-

Da Fu, yeni bir darbeden kaçınırken kaşlarını çattı ve dudaklarını birine bastırdı.

Beyninde, diğer seslere baskın olan tek bir düşünce vardı: Umarım ölmüştür!

Ancak bu onun için bir hataydı, dövüşürken işine odaklanmalıydı ki darbe almasın, son gelen darbe  beklenmedik bir yerdendi, ve ihtiyarın bunu görecek zamanı yoktu, uzun zamandır dövüşmüyordu üstelik!

Sağ pençesinden kaçınmak için kendini diğer tarafa doğru çekmişti, ama diğer pençe rahat durmamıştı.

Beline saplanan dört, kılıç keskinliğinde pençeyle önce dona kaldı.

Pençe iyice içeriye doğru yol almıştı ve Chuo Chuo, avuç içini bükerek şok içindeki bedeni kendine doğru çekmiş, adeta kendine itmişti!!

Da Fu’nun bedeni savruldu, ayakları yerden kesilmişti ve Jue Chang da o savruluşun etkisiyle parmaklarının arasından kaymıştı. Meşale başka bir yerdeydi. Da Fu şokun etkisinden çıktığı gibi bel bölgesinden yayılan felç edici acıyla inledi.

Kollarını istemsizce, üzerine kapanan bedeni itmek için kulanmıştı. Gözleri acıyla birlikte sımsıkı kapanmış, dudakları ses çıkarmamak için birbirlerine kenetlenmişti; fakat canavarı iten kollar, tüm gücünü yitirmiş gibi orada öylece asılı kaldılar… Da Fu, her bir hareketinde gelen acı dalgasıyla, okyanusun acımasız, sert dalgalarına maruz kalmış cılız bir adama döndü. Okyanusun gel-giti acımasızdı, fırtınalıydı ve intikam alırcasına sahilde duran cılız bedene çarpıyordu.

Acı soğuktu, ama vuruşlar, bedeni demir sopa gibi dövüyordu!

“Jue Chang…–” dedi, acı ile kendinden geçerken. Sesi savunmasız, ve yardıma muhtaç bir yalvarmayı andırıyordu. Daha cümlesini bitiremeden, Chuo Chuo keskin dişlerini kollarından birine geçirdi! Da Fu ağzından çıkacak olan haykırışı son anda bastırabildi!!

İçine hapsettiği her çığlık boğazını tırmalıyordu! Boğazı yırtılırcasına ağrıyordu ve yüzü kıpkırmızıydı, daha sonra kireç beyazına döndü. Kirpiklerine asılı kalmış olan ter yavaşça teninden kayarken Da Fu histerik ve titrek nefesler almakla meşguldü. Birden vücudunu soğuk bir ter tabakası kaplamıştı.

Melek otu ve erguvan ağacı, geç de olsa yavaş yavaş etkisini gösterdi. Kolunu kavrayan jilet gibi dişler, kesinlikle odadan çıkan deli dehşet kaplanın değildi. Eğer öyle olsaydı, Da Fu çoktan parçalara ayrılmıştı! Ve bunu bildiğinden beynini ele geçiren acı hissinin arasından buğulu gözlerle önünde beliren kılıcına emir verdi;

“Kının…”

Jue Chang, gövde gösterisi yaparcasına hafifçe kınından kendini gösterdi. Kılıcın soğuk demiri tüm toz ve karanlıkta küçük beyaz soğuk bir kar tanesi gibi parıldarken, çıkan ses öylesine derindi ki, Chuo Chuo donup kaldı. Tibet çanını andıran bir ses odayı bıçak gibi kesmişti. Ve Chuo Chuo hareket etmedi…

Kılıç yavaşça yerinden çıkarken demirin kına sürtünmesi ancak bu kadar korkutucu olabilirdi!

Da Fu, bilincinin kararmak üzere olduğunu neredeyse hissedebiliyordu bu yüzden son bir gayretle Chuo Chuo’yı arkaya doğru itti; Bu sefer başarılı olmuştu!

Sertçe kavranan el bile, etsiz bir kemik gibi ağzından kayıp düştü ve Da Fu, Chuo Chuo’dan uzaklaşma fırsatı yakaladı.

Jue Chang’ı kaptığı gibi kınından çıkmasına müsaade etmeden onu yine içeriye doğru itti ve sendeleyerek dizlerinin üzerine düştü. Sağlam koluyla zemini kavramış, bedeninin yere kapaklanmasına müsaade etmemişti.

“İyi kedicik…” dedi nefeslerinin arasından. Üzerindeki pas yılların pasıydı, bu cezayı hak ettiğini düşündü. “Az kalsın beni yiyordun…” dedi kendini sakinleştirmeye çalışarak. Uzun ıslak saçlar kasvetli ve sert yüz hatlarını gizlemişti.

“Bu sefer, beni yiyordun…!”

Bir gözünü acı ile kapattı ve sağlam kolu, belindeki yaraya sıkıca bastırılmıştı. Kan parmaklarını anında kapladı.

Chuo Chuo, önündeki sefil tabloya bakarken, sivri ve keskin gözlerini hiç kırpmadı. Vahşetin tanıdık hissi hala kanında dolaşmaktaydı. Kalbi kızla atıyor, dişleri kendini göstermek için kaşınıyordu. Ama öylece durmakla yetindi. Tüm iç güdülerini bastıran, zihninde parıldayan belli belirsiz dur emri idi. Daha fazla ileri giderse ne olacağını bilmiyordu. Karşısında, iki büklüm olmuş Da Fu’yu görmek de, cabasıydı.

Kan, su gibi dört delikten fışkırmış ve iç pantolonunu kırmızıya boyamıştı. Odayı saran toz tabakası ve havaya karışan kan kokusu dayanılmaz hale gelmeden önce Da Fu, kendi bedenini kaldırmak için, elinden geldiğince sabırlı davrandı. Yaralı olabilirdi, ama bu işinin bittiği anlamına gelmiyordu.

” Pan Chuo, beni burada bekle.” Yutkundu. Kendini toparlamaya çalışıyordu.

Sesizlik.

” Sen sakinleşene kadar bizi savunacağım. İyileşmekte acele etme.” dedi, sert yüzünü Chuo Chuo’ya bakmak için kaldırırken, başını hafifçe yana eğdi. Zor da olsa anlayışlı bir ifade takındı. Kaplan ruhunun sarı ve parlak gözlerine bakan; dağınık ve kalabalık kirpiklerin ardına saklanmış göz bebekleri, yoğun bakıyordu.

Da Fu, ardından gelen soğuk ifade ile kirpikleri kaşlarının alt kısmına kadar geldi. Yüzünü buruşturup dudaklarını birbirine bastırdı.

Chuo Chuo bu ifadeyi ilk defa görüyordu, ve bu sefer bir onaylama sesi bile çıkaramamıştı.

Da Fu, kendini topladığı gibi, ceketini çıkarıp uzun bir şerit halinde yırttıktan sonra belini sıkıca ve hızla sardı. Ve ayağa kalktı.

Vücudu, daha demin Chuo Chuo’nın altında acıyla kıvrılan kendisi değilmiş gibi dikti; omuzları, ince beli ve kaslarıyla güçlü görünüyordu.

Da Fu, ayağa kalktığında kolundaki diş izlerine bakmak için bakışlarını aşağıya indirdi. Delik deşik görünüyordu, kanlar eline doğru akmış, parmaklarının arasından, şerit gibi akıyordu. Yüz ifadesi belirsizdi. Gözleri, bu sabah okuduğu kitaba baktığı gibi duygusuzdu, ve kaşları hafifçe çatılmıştı. Bu onun ifadesiz yüzüydü.

Çene hatları belirginleşince elini indirip, omzunu silktikten sonra, hiçbir şey demeden öylece gitti. Vücudu hala çok sağlam gözüküyordu.

Da Fu, arkasından gelen Jue Chang’ın, sap kısmını sağlam eliyle tuttu, ve havada şaklattı koridorda attığı adımlar yavaş ve ağırdı. Bedeni dimdik duruyordu, ama attığı adımları bilen bir kişi kolayca zorlandığını söyleyebilirdi.

Uzun koridor boyunca yıkıntılar arasında çıplak ayakla dolaştıktan sonra, odasının önüne geldiğinde başını hafifçe çevirerek, dışarıya bir göz attı.

Uzaktan hiçbir şey görünmüyordu.

Birkaç ölü beden, Chuo Chuo’nın zarar verdiği duvarı zorluyordu.

Hırlıyor, ısırıyor, sert çeneleriyle tahtaları yerlerinden söküyorlardı.

Da Fu, yüzünü çevirdi ve yavaşça yürümeye devam ederek, yere bırakılmış olan, genç adama yöneldi. Şans eseri üzerine hiçbir şey düşmemişti. Göğsü yavaşça inip kalkıyordu.

“Şu piç…” diye söylendi kendi kendine. Gözleri kinle kısılmıştı.

Ne yapacaktı, bir yaralının ölümünü hızlandırmak için Jue Chang ile kalbini mi deşecekti?

Vücudu yeterince kötü durumdaydı. Ve bunca talihsizlikten sonra buraya kadar gelmiş olması bir mucizeydi. Ama Da Fu, gururuna yediremiyordu.

Göğsünün ortasında kabaran bir öfke vardı.

 

 

Two Thin Worlds (BL)

Two Thin Worlds (BL)

İki İnce Dünya , 两个薄的世界, Two Thin Worlds
Seviye: Ongoing Tür: Yazar: Çizer: Orjinal dil: Çince
Dikkat: kitap kan, soykırım, ve NSFW içermektedir. Kitap +18'dir. Bölümler başında uyarı olmayacağı için sorumluluk size aittir.  Shen Xingyun, Jiujiang lanetinin baş sorumlusu olarak görülüyordu . Yüz yıl boyunca talihsizlikler silsilisinden kurtulamayan, LianHua kasabası, bütün felaketlerin hedefi olarak gösterilmişti. Köyüler yeterince masumdu, ve kötü adam bir iblisin suretinde bürünmüştü! Bunca sessizliğin ardından ve birçok felaketin sonunda huzura kavuşan LianHua kasabası bir defa daha sarsıldı! Bu sefer dolunay’ın başladığı yedi gündü sorun! Shen Xingyun’in istirahate çekildiği o kulübe her şeyin başlangıcıydı. Ve şimdi de yeni bir felaket öncesi sessizlik yaşanıyordu!   Talihsiz genç Jian Yi gelmek için kötü bir günü seçti. Güneyin Söğüt Efendisi acımasızdı, geleni hoş karşılamadı. Ancak pes etmeye niyetli değildi.   Birbirbirinden nefret eden ve etmeye çalışan bu ikili, birbirine sıkıca bağlandığında bunun nasıl olduğunu anlayamamışlardı. Da Fu dünyanın kötülükleriyle kapana kısıldığını ancak sıcak ve güçlü kollarla kucakladığında anlamıştı. Ve Jian Yi ise zaten hep buraya aitmiş gibi, Da Fu’nun Yeşim beyazı teninde hayat buldu. Bu planlanmamış yakınlaşma, Ulu Nehrin koruyucusunu bulmaya engel olabilir miydi? Jian Yi tüm korkularını geride bırakarak biricik aşkının isteğini yerine getirmeye kararlıydı. Ve olaylar istemsizce geliştiğinde her şey tepe taklak olmuştu.   Hemen oku!

Yorumlar

Ayarlar

Karanlık Modla Çalışmıyor.
Sıfırla