Two Thin Worlds 12.Bölüm

Eve girdiğinde ilk işi, elindeki kavanozu yatak odasına bırakmak olmuştu.

Kapıyı örttüğü gibi rehavetli hışırtılar duydu. Yatağın üzerindeki yaprak kümesi rüzgarla birlikte hafifçe sallandı.

Pencereyi kaç gündür açık bırakmıştı??

Dong Ji sekti ile yaşanan kısa gerginlikten bu yana odayı önemsememiş, girse bile gerekli malzemeleri alıp çıkmış ve çalışmaya devam etmişti. Son iki gün ise içeri adımını bile atmamıştı.

Kaşlarını biraz çattı ve yaprak kümesini tek avucuyla tuttuğu gibi dışarıya fırlattı. Usulca bir iç çektikten sonra gözlerini kapattı. Ama esen rüzgarla birlikte attığı her şey yüzüne çarpıp odanın her bir köşesine dağıldı!

Da Fu’nun yüzü yavaşça ve soğukça karardı, bir yumruğunu sıkarak yüzüne yapışmış olan birkaç yaprağı itti.

Güneş ışıkları yatağın üzerine, dışarıdan sürüklenmiş olan çiçeklerinin üzerine düşmüştü, bonzai, günün son solgun ışığının düştüğü küçük alana özenle bırakıldı.

Sessizce loş odada birkaç adım atan Da Fu, kollarını göğsünde birleştirerek usulca odada gezindikten sonra bazı şeylerin farklı olduğunu düşündü. Sanki,,, yatak örtüsü buruşmuş gibiydi, Ve pencereyi kapatmaya uzandı.

Etraf sessizleşmişti, yeşil çimen taneleri  deniz gibi dalgalanmaktaydı. Alnında belirginleşen damarlar bile, usulca görünmez olmuştu.

Odada gözlerini gezdirdi. Duvarda, bambu hasır üzerine güzel lotus çiçeği siluetleri işlenmişti. Uzun zamandır güneşe maruz kalan en iyi ve sıcak bölgede kaldığı için rengi solmuş, nilüfer oymalarının içi de biraz daha kararmıştı.

Oda, sandal ağacının baş döndürücü kokusuna sahipti. Diğer odalara göre daha temiz, ve düzenliydi. Yatağı pencere kenarındaydı, böylece uyandığı zaman, kendisini karşılayan uçsuz bucaksız orman, ve oradan görünen yangtze nehrinin kıvrımını rahatlıkla görebiliyordu.

Aslında, sabahları biraz sıkıntılıydı.

Uyandığı zaman zihni puslu olurdu, ve bazen ise saatlerce dışarıya bakarak yatağında otururdu. Eğer Chuo Chuo bunu gerekli görüyorsa onu uyarmaz ve orada saatlerce kendisine gelmesini beklerdi. Bazense onu hafifçe dürter, ya da küçük bir soluma sesi çıkararak, kolunun nemlenmesini sağlayıp dikkatini çekerdi.

Saatlerce yatakta oturmak, her zaman başına gelen bir şey değildi. Ama olduğu zaman, ve kendine geldiği zaman, tuhaf hissederdi.

Buraya ait değilmiş, kapana kısılmış gibi hissederdi. Zamanının çoğunu okuyarak, ekerek, biçerek, geçirirdi.

Ama o zamanlar geldi mi, hayatın anlamını kaybettiğini tüm kalbinde hisseder, bedenini karanlığın kaosu içinde ölüme terk ettiğini düşünürdü. Yarın yokmuş gibi, belki de akşamında ölecekmiş gibi.

Öyle ki, ölüm bile onun için anlamsızdı.

Hayatında birçok şey görmüştü geçirmişti, ama vücudu ve ruhu tek şeye gereksinim duyuyordu. Ve o da ne bu dünyadaydı ne ötekinde.– Belki de ruhu çoktan parçalara ayrılmıştı- diye düşünmekten kendini alamazdı.

O zamanlar, en kötü zamanlar olarak aklına kazındı, ve böyle uyanmamak için elinden geleni yapsa da, bir karabasan gibi, düşüncelerin içinde kaybolduğu ve bedeninin bir milim bile hareket etmediği zamanlar, uzun kirpiklerinin bir saniyeliğine bile alçalmasına sitem eden kalbinin; en derinindeki o büyük yarık, her şeyden önce canını yakan en büyük sebep oldu.

Bazen ölmeli ve unutmalı, diyordu kendi kendine, ve bazen de sadece çabalıyordu.

Tüm bunları, ağır sandal ağacı kokusunun altında ezilip düşünürken, pencerenin açık olduğunu unutmuş ve öylece durmakla yetinmişti.

Solgun ışıklar yavaşça odanın rengini emdi, hava sanki birden kararmış ve odası da loş karanlığa batmıştı.

Da Fu, gözlerini temiz karolardan çekebildiği zaman,  “Muhtemelen, buraya giren küçük yaramaz bir hayvan var.” dedi kendi kendine, sesi istemsizce çatladı. Hafifçe öksürdü. Yatak örtüsünü düzelttikten sonra odadan çıktı.

Yüzünün beti benzi atmıştı, ve biraz da yorgun hissediyordu.

Koridordaki fenerleri teker teker yaktı. Ardından, içerideki çalışma odasında oturan Chuo Chuo’nın nasıl olduğuna bakmaya gitti.

Da Fu dalgındı. Ve Chuo Chuo da, Da Fu’nun her zamankinden farklı bir duygu karmaşası içinde olduğunu hissedebilmişti.

Birkaç defa hırladıktan sonra sinirle burnundan soluyarak duvar köşesine çekilmişti.

Da Fu, Chuo Chuo’nın sinirlendiğini fark ettiğinde irkilmiş gibi ona doğru belli belirsiz gözlerini açtı. Ne düşündüğünü kendi de bilmiyordu.

Sadece sessizleştiğini fark ettiği an, zihni zaten tamamen boş bir tenekeye dönmüştü.

Chuo Chuo’nın olduğu tarafa doğru, zarif ve hafif birkaç adım attı. Arkasına birkaç ot bıraktıktan sonra, sessizliğin içerisinde mırıltıyla konuştu. “Bunları ben gelene kadar çiğne. Biraz daha zaman var, bu yüzden… –bu kadar öfkeli olma.” Ardından arkasını döndü, ve odayı aydınlatan fenerle, bir mum yakarak odadan ayrıldı.

Temizliğe ihtiyacı vardı. Yorgundu. Yakınlardaki eski bir kuyudan getirdiği suyu kullanmanın zamanı gelmişti.

İç çekerek evin arka kısmına doğru yöneldi, uzun, bir insan boyutlarında ve geniş, birkaç toprak testi orada öylece bekliyordu.

Ateş yakıp suyu iyice ısıttıktan sonra, odasına götürdüğü ahşap ve yeterince geniş olan küvete boşalttı. Elinde bir avuç tuz vardı ve hepsini suyun içine boşalttıktan sonra şamdanla, penceresinin kenarına uzun zaman önce yerleştirdiği büyük ve ağır bir parça olan aura kuvars taşını almaya gitti.

Yazın sonlarında oldukları için havalar nemli ve sıcaktı, ama akşama doğru serin bir rüzgar köşe bucak dolardı her yere. Ve ayrıca, hava artık daha hızlı kararıyordu.

Da Fu, başını dışarıya doğru uzattı. Beyaz yeşimden teni, yüzüne vuran ayın ışığıyla zarifçe aydınlanırken, toprak kokusunun epey belirgin olduğunu fark etti.

Bugün hava epey iyiydi, akşam bir yağmur bulutunun burayı ziyaret etmesini beklemiyordu. Yine de sorun değildi, sonuçta yedi gün boyunca içerideydi ve tüm önlemlerini de almıştı.

Yüzüne aniden vuran havayla hafifçe irkildi. Soğukla berrak bedeni istemsizce kasılırken, ince dudakları zarifçe öne çıktı, keskin çene hatları ve göz kapaklarının altında parıldayan bir çift kehribar-kahverengi göz bebekleri, çöken gece ile birlikte karanlığın siyahlığını almış gibi renklerini yitirmiş göründüler.

Da Fu, pencere kenarına ellerini dayarken, sıkıntıyla başını geriye attı.

Pencere önündeyken, ceketini çözdü ve tam pencereyi kapatacaktı ki kendine doğru gelen minik bir siluet fark etti.

-Ah, o da neydi öyle?-

Merakla dışarıya bakmaya devam etti. Ve siluet belirginleşene kadar şaşkın şaşkın kendisine gelen küçük yaratığa baktı. Bu arazide rastlayabileceğiniz birkaç hayvan türü vardı.

Belki bir geyik, bir sincap?? Bir ayı, kocaman bir kaplan… Yırtıcı ve küçük bir hayvan mı?

Bir köpek mi? O köpek olmak için fazlasıyla küçük,

Ve bir kedi mi? Bir kedi olmak için fazlasıyla şişman değil mi?

Paytak paytak dört ayağının üzerinde yürüyor ve rehavet içinde gelmeye devam ediyor, sanki bundan daha iyisini yapabilirim ve bunu sana göstermek gibi bir niyetim yok dermişçesine…

Ama, gerçekten gelen bir kediydi!

Ağzında küçük bir balık vardı, uzun ve beyaz tüylüydü, yer yer tüylerinde yer etmiş kara lekeler de vardı. Bir sokak kedisi olmak için fazla asil duruyordu. Fakat neredeyse her tarafı çamura bulanmıştı.

Da Fu şaşkınca, ilerleyen kediye bakmaya devam etmişti ve küçük çamur balığını ağzında görünce hafifçe kaşlarını çattı. “Nehir kenarına gidecek kadar aç mıydın? Seni tombul, kara kurbağası?*”diye mırıldandı.

*Çirkin demek istiyor.

Kedi her şeyden habersiz, Da Fu’nun penceresinin altına kadar geldi, ve başını merakla yukarı kaldırdığında kendisine bakan bir çift sert gözle karşılaşınca şaşırdı.

Kedinin gözleri yemyeşildi, ve tüyleri de beyazdı. Uzaktan lekelere benzeyen tüm o karartılar ise çamurdu. Çenesi, dört patisi, ve tombul karnı ve kuyruğu bile çamura batmıştı. Tüylerinin her biri ıslaklıkla birbirine yapışmış ve belirginleşmişti.

Neredeyse keyif çatmış ve yorulduğu gibi evinin yolunu tutmuştu.

-Bekle, ev mi? –

Da Fu’nun düşünceli bakışları hafifçe karardı. Duruşunu dikleştirmiş, bir eliyle pencereyi tutmaya devam ederken göz ucuyla dışarıdaki kediye bakıp gözlerini kıstı.

Kedi ise sadece duruyor ve bakıyordu. -O önceden orada değildi ve şimdi ne yapıyor?? –

Alanını koruyan diğer vahşi yaratığa meydan mı okuyordu? Yukarıdan bakan heybetli, şefkatsiz gözlerin sahibi, memnuniyetsizce dudaklarını araladı;

“Demek yatağımın üzerinde yuvarlanan sendin, serseri!”

Kedi, habersizce başını yavaşça yana yatırdı, poposunu kaldırmış ve bacaklarını germişti.

“Hayır, buraya gelme,” dedi kızmanın ortasında. Öfkesi dinmeden karmakarışık bir surat ifadesi ile panikledi.

Kedi başını eğdi. Ve kuyruğunu bir söğüt dalı gibi savurdu.

“Hayır. Atlayamazsın beni dinle!”

“Atlama dedim!!!”

Da Fu, hızla aura kuvarsı kaptığı gibi sinirle ve tiksintiyle pencerenin önünden çekildi.

Kedi çok kirliydi, ve bu günün ikinci misafiri ağzında kokuşmuş bir balık tutarak yatağına ‘Patang’ diye düştü.

Da Fu, yüzünü buruşturarak omuzlarını kendine doğru çekti.

Kuvarsı göğsüne bastırırken isyan etti; “Bunu nasıl yaparsın!? Her yeri kirlettin, çok yaramazsın!” Kedi, onu anlamıyordu; ve o da kediyi anlamıyordu ama azarlamaya devam etti.

Yatağı çamura bulanmıştı, ve yıkanma faslı gecikiyordu… Bir yandan aklındaki tüm o ölü düşünceler birden yok olmuştu ve bunu bile fark edemeden somurtarak kızmaya devam etti. Kedicik bakmaya devam etti. Ve sonra fark etmiş gibi ayağa kalkıp karoların üzerine indi.

“Evet, kalkmalıydın, yatağa düşmemeliydin..–Bunu neden yaptın ki?? Sadece içeriye girebilirdin ama her yeri batırdın!”

Kedi, Da Fu’nun dibine geldi ve ağzındaki balığı tereddütle bıraktı. Da Fu da, kedinin ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Hemen sonra kedi, başını kaldırdı ve merakla yeşimden beyaz suratın nasıl şekilden şekle girdiğini gördü. Suratı önce kasvetli karanlığa büründü, öfkeli bir kırmızıya ve sonra eski haline döndü.

Da Fu, ayakları dibine bırakılan kokuşmuş balığa baktı ve sonra kendine bakan meraklı, büyük gözlerle karşılaştı.

-Sadece… Neden öyle yaptın ki? Geldiğin gibi gidebilirdin de!!-

“Balığını istemedim…” dedi bezgin bir şekilde Da Fu, ardından burun kemerini sıktı, sinirlenmekten yorulmuştu. Bu yüzden meraklı bakışlarla elindeki kuvarsı yatağın bir ucuna bıraktıktan sonra, odanın diğer köşesine doğru kaçmak üzere olan kediyi koltuk altlarından yakaladı.

“???”

“Çok şişmansın!”

Aslında pek şişman değildi. Tüyleri kabarıktı ve bir erkek olduğundan dolayı kafası daha büyüktü. Kulakları küçük ve gözleri iriydi. Burnunda bir yara izi vardı bu da sokaklarda uzun zamandır gezdiğini gösteriyordu. Ama bir haftadır iyi besleniyordu ve karnı şişmiş baldırları hafifçe genişlemişti.

Kedi, iki yanda görünen sivri dişlerini yaladı ve miyavladı. Çenesinden akan salya, taşındığı için mutlu olduğunu gösteriyordu. Ancak Da Fu bunu fark etmeden onu girişe bırakmıştı bile. memnuniyetsizce; “Duş alacağım, “diye bildirdi. Kedi ise memnundu ve kuyruğunu yere birkaç defa vurdu. Sanki sabırlı olacağını söylüyordu.

Bu yüzden Da Fu gözlerini devirip, odasının sürgülü kapısını çekti ve derin bir nefes aldı.

Pis ellerini tam yüzüne götürüyordu ki fark ederek kendisinden uzaklaştırdı ve kıyafetlerini çıkarmaya koyuldu.

Geniş göğsü, dışarıdan gelen solgun ışıkla aydınlandı ve tenine soğuk bir kış kattı. Omuzları genişti, kolları yeterince güçlüydü ve kaslı, iyi bir vücuda sahip olsa da beli inceydi.

Ne çok zayıfı ne de rahatsız edici derecede kaslı. Üzerindeki giysi, iç cüppeyle birlikte süzülerek yere düştü. İçerideki ışık ise vücudunu yalayıp yutmuş, yeşim beyazı teninde dans ediyor; dışarıdan esen hafif rüzgarla birlikte titreyen mum ışığı illüzyon yaratıyordu.

Elini uzatıp suyun sıcaklığına baktı. Düşen gölge, kaslarının yapısını daha da belirginleştirmişti. Arkasını mum ışığına döndüğü zaman, kollarının her bir hareketinde kıvrak bir biçimde oynayan ve gözlenebilecek derecede esnek kürek kemikleri derisi altından kıvrıldı.

Bekleyen su, sıcaklığını biraz yitirmişti, ama yeterince sıcaktı ve tuz çoktan erimiş, dipte küçük beyaz bir tabaka bırakmıştı. Uzun, ince ama kaslı olan bacaklarını yataktan uzattı ve içerisini kontrol ettiği gibi eğilip taşa uzandı.

Uzun saçları çıplak sırtından su gibi kayarken, beli kedi gibi kıvrıldı. Kemikli parmakları taşı kaptığı gibi doğruldu ve suyun içine bıraktı kendini.

Şimdi daha iyi hissediyordu. Bedeninin üzerinde hafif, bulanık bir hissin dolaşması bedenini gevşetti. Tuz üzerine yapışmış stresi alıyor ve çakralarını temizlemeye yardım ediyordu. Suyla birlikte beyaz, bir elmas gibi parıldayan, her bir kristalinden yansıyıp içinde gök kuşağını hapsetmiş olan taş ise yarı suya batmıştı. Yanındaki büyük kristal kaya pek bilinmese de aurayı temizleyen en güçlü enerjiye sahip taş türüydü. Stresi serbest bırakır ve çakraları dengeleyip bir koruma alanı sağlardı. Da Fu bu odayı meditasyonları için ve uyumak için kullandığından derinleşmesini sağlamak için de yardımcı olan taş, her zaman bu odada bulunduruyordu.

Taş, Da Fu’nun çıplak bacakları ve göğsü arasında kendine bir yer bulmuştu. Alttan taşı kavrayan eller gevşekti böylece her bir nefes alışta soğuk taş, göğsüne çarpıyor ve sıcak derisini ferahlatıcı soğukluğuyla okşuyordu.

Bugün sadece arınmak istediğinden sabunlarını getirmemiş ve suya aromatik bir koku katmak istememişti.

Yavaşça suyla buluşan saçları küvetin üzerini kaplarken, ihtiyar sakince başını boştaki eline yaslayıp keskin gözlerini kapatarak dudaklarını büktü. Suyun üzerini bir sis gibi kaplayan buhar tenine karışırken, yanakları kızarmış, teni daha canlı ve güzel bir renge bürünmüştü.

Bir erik çiçeğinden farksızdı. Bir erik çiçeği kadar narin görünüyordu. Yaprakları tek bir dokunuşla dağılacak kadar ince, ve kırılgandı ama ilkbaharın soğuklarına katlanacak kadar da güçlüydü.

Kirpikleri nemle birlikte birbirlerine yapışırken, arkasındaki şamdanın suya bıraktığı turuncu ve sıcak ışığın huzuruyla, zaman geçirdi. Aklında hiçbir şey yoktu. Yaprak hışırtıları artık uzaktan geliyordu… Yarasaların kanat seslerini bastıracak kadar kuvvetli değildi artık. Etraf iyice karanlıktı.

Da Fu biraz zaman geçirdi, ama zihni ona oyunlar oynamaya devam ediyor ve bu karanlığı çekilmez hale getiriyordu.

-Ahmak!

-Ahmak düşünceler! Bir türlü durmuyorlar…-

Küvetin içinde çenesini avucuna yaslayarak on dakika önceki huzurunu kaybetmişçesine düşünceli bir şekilde oturdu. Yüzü düz berrak bir buz kütlesiydi, ama gözleri tezatlık yaratırcasına sıkıntılı, biraz da kırık bir öfke barındırıyordu. Göğsü, yaydığı kolu dolayısıyla iyice gerginleşmiş, ve ön plana çıkmıştı. Kirpiklerinde asılı duran bir damla su sallanırken ihtiyarın donuk göz bebeğinin birinin önünden hızla geçmiş ve suya düşüp küçük halkalar yaratmıştı.

Hortlaklar birazdan etrafı sarmaya başlardı. Bu yüzden hemen sonra bir bariyer kurmak ve onları bariyerin de uzağında tutmak için birkaç koku hazırlamak zorundaydı. İşi epey zordu kısacası. Ve Chuo Chuo da dolunayın etkisiyle çığırından çıkmaya başlarken bunların hepsini tek başına yapmak zorundaydı.

Düşündüğü tek şey bu dolunayın diğerlerinden daha zor geçeceğiydi. Yakın zamanda Chuo Chuo’nın insan bedenine girebilmesini sağlasaydı kendisini biraz rahatlatabilirdi ama belli bir saate kadar yapamazdı. O asıl bedenindeyken bu iş bir hayli zordu…

Chuo Chuo’yı düşünürken aniden aklına gelmiş gibi, küçük bir parmak hareketiyle kendine doğru çağırdığı bir mührü işaretleyip, kapı arasından içeriye doğru yolladı.

Kapıyı arkasından kapatmış olsa da, banyo için odanın önünden geçerken bile tahtaların arasından sızan Chuo Chuo’nın kötü aurasını hissedebilmişti.

Chuo Chuo’yı o yerde tutan tek şey kasabaya giderken kendisinden aldığı yeşim taşı tılsımıydı. Ama dolunayın etkisi arttıkça, ikinci bir kavganın daha yıkıcı olacağını kestirebiliyordu. Dolunayın etkisi, Chuo Chuo için kambur ayın tamamlanmasına kadar sürerdi. Yani 4 gün boyunca biraz çetrefilli bir savaş verecekti. Neyse ki, Chuo Chuo elinden geleni yapıyor ve ona yardımcı olmak için son güç kırıntılarını bile kullanıyordu.

Hafifçe küvetin içinde kaydı, ve derin bir nefes alarak yüzünün yarısını suyun altına gömdü.

Birkaç saniye sonra dışarıdaki kükremeler, kargaların uğursuz ve cırtlak sesinin arasından yankılanırken, o baloncuk çıkartmaya çalışıyordu.

Sesler kulaklarına vardığında, düşünceli bir şekilde işine devam ederken kulak kesildi. Ve kükremeler tekrar duyuldu. Bu sefer daha şiddetli ve daha yakındı. Da Fu aniden kafasını kaldırıp ormanlık alana doğru bir bakış attı. Donuk yüzü merakını gizledi, bakışları değişti ve aklındaki her şey uçup giderken, şiddetli ve sert bakıyordu.

Yüzünden, dudaklarına doğru kayan birkaç damla, çenesine doğru hızla süzüldü. Da Fu, küveti saniyesinde terk etmiş ve hem sırılsıklam hem de çırılçıplak bir biçimde pencereye doğru endişeli adımlar atmıştı.

Buna nasıl cesaret edebilirler?

Benim evime yönelmeye nasıl cesaret edebilirler?!

Bu gerçekten de tuhaftı, ilk yıkım baş gösterdiği zaman, bu, sadece o zaman olmuştu.

Da Fu’nun evinin yakınlarına gece yarısından önce gelmeleri imkansızdı. Tüm yaratıklar yang enerjisine doğru yönelir, çoğunlukla saldırılar önce kalabalık yerleri hedef alırdı.

Ama şimdi, tam tersi olmuştu…

Kendisini kurulamaya zaman yoktu, özensizce pantolonunu bacaklarından geçirdi ve omuzlarına attığı ceketle beraber hışımla koridora çıktı. Chuo Chuo’nın kaldığı oda kara bir aurayla çevriliydi, gönderdiği mühür kapıya asılı kalmış olsa da içeriden gelen tırmalama ve vurma seslerini baskılamıyordu.

Kapıya yöneldiği sıra, kulübesini çepeçevre saran hortlakların varlığıyla yüzü daha da karardı. Kolunu savurdu ve açık olan tüm pencereler anında kapanmıştı. Tam dış kapıya yöneliyordu ki, kapı aniden açıldı.

Da Fu şaşkınlıkla ve dehşet içinde önündeki manzarayla yerine mıhlandı.

Her şey bir anda olmuştu.

Kapı hızla açıldı, bambu kapı öyle bir savruldu ki, kolu duvarda büyük bir delik açtı.

Öne doğru adım atacağı sırada tereddütle durdu, tüm kükremelerin, hırıldamaların ve salyalı çığlıkların arasından uzanan o eller, onun cüssesini yakalamak için grupça hareket ediyordu.

Adamın bedeni, gözleri önünde, öne doğru büküldü, bacaklarında hiç güç yoktu ama hala çabalıyordu, omuzlarını tutan tüm ellerden kurtuldu.

Da Fu’nun bedeni uyuşmuştu.

Gözleri dehşet içinde parlıyordu.

Dudakları hafifçe aralanmıştı ve seslenmek için bekliyordu ama ne söyleyecekti ki?

Adam daha o ağzını bile açmadan onların elinden kurtuldu, koştu ve son adımlarında tökezleyerek, büyük bedenini Da Fu’nun üzerine bıraktı!

Islak göğüsleri birbirine şiddetle çarparken, Da Fu’nun nefesi kesildi. Ve sesleneceği sırada, çarpışmayla beraber, inlemesi de titremişti.

 

Two Thin Worlds (BL)

Two Thin Worlds (BL)

İki İnce Dünya , 两个薄的世界, Two Thin Worlds
Seviye: Ongoing Tür: Yazar: Çizer: Orjinal dil: Çince
Dikkat: kitap kan, soykırım, ve NSFW içermektedir. Kitap +18'dir. Bölümler başında uyarı olmayacağı için sorumluluk size aittir.  Shen Xingyun, Jiujiang lanetinin baş sorumlusu olarak görülüyordu . Yüz yıl boyunca talihsizlikler silsilisinden kurtulamayan, LianHua kasabası, bütün felaketlerin hedefi olarak gösterilmişti. Köyüler yeterince masumdu, ve kötü adam bir iblisin suretinde bürünmüştü! Bunca sessizliğin ardından ve birçok felaketin sonunda huzura kavuşan LianHua kasabası bir defa daha sarsıldı! Bu sefer dolunay’ın başladığı yedi gündü sorun! Shen Xingyun’in istirahate çekildiği o kulübe her şeyin başlangıcıydı. Ve şimdi de yeni bir felaket öncesi sessizlik yaşanıyordu!   Talihsiz genç Jian Yi gelmek için kötü bir günü seçti. Güneyin Söğüt Efendisi acımasızdı, geleni hoş karşılamadı. Ancak pes etmeye niyetli değildi.   Birbirbirinden nefret eden ve etmeye çalışan bu ikili, birbirine sıkıca bağlandığında bunun nasıl olduğunu anlayamamışlardı. Da Fu dünyanın kötülükleriyle kapana kısıldığını ancak sıcak ve güçlü kollarla kucakladığında anlamıştı. Ve Jian Yi ise zaten hep buraya aitmiş gibi, Da Fu’nun Yeşim beyazı teninde hayat buldu. Bu planlanmamış yakınlaşma, Ulu Nehrin koruyucusunu bulmaya engel olabilir miydi? Jian Yi tüm korkularını geride bırakarak biricik aşkının isteğini yerine getirmeye kararlıydı. Ve olaylar istemsizce geliştiğinde her şey tepe taklak olmuştu.   Hemen oku!

Yorumlar

Ayarlar

Karanlık Modla Çalışmıyor.
Sıfırla