Shen Xingyun: Beni geçen bölümde kötü bir adam olarak tanıttığın yetmezmiş gibi, umursamaz bir adama dönüştürdün.
BG: Hayır, öyle bir şey yok. Sen doğuştan kötüsün.
Shen Xingyun: Hah!? Kötü müyüm? Senin sikik kafan bazı şeyleri hatırlamıyor olabilir ama ben kesinlikle-
BG: Shen Xingyun, ellerini kaldır ve sessizce uzaklaş!!!
Jian Yi: OH!!!… Sana, …sadece ellerini kaldırmanı… söylemişti…
————————————————————————
Bu masalı nerede duyduğunu ya da nereden bildiğini bilmiyordu. Tek bildiği zaman zaman aklını kurcalamış olmasıydı.
Küçük yaştaki veletlere böyle üzücü hikayeler anlatmak annesine göre uygunsuzdu, ve büyüdüğü zaman ise bunları dinleyecek kadar sabırlı olmamıştı hiç, ama şimdi bu masal her nereden geldiyse otuz iki yaşında bile berrak bir gölün dibi gibi görülüyor, ve tüm beyninde her bir detay canlanıyordu.
Masalı anlattığı gibi bir çift kehribar göz, önünde belirdi.
Uzun sık kirpiklerinin arasında dolanan güneş ışığının kızıllığı, kehribar gözlerin kızıllığı etrafında dans ediyordu. Büyük ve keskin gözler ondan tarafa bakmıyordu. Yeşim beyazı teni, sağlıklı görünüyordu ve pembe dudakları, hafifçe kızarmış kulaklarıyla uyumluydu.
Dudakları hafifçe büküldü ve pembe dili yavaşça kıvrılıp kurumuş dudaklarını nemlendirdi. Alt dudağının sağ kenarında bulunan küçük, belirsiz ben bu hareketin ardından gelen, küçük utangaç bir tebessümle göze çarptı. Jian Yi gözlerinin önünde beliren bu hayalin gerçekçiliği karşısında sarsılmıştı.
Bir adım dahi atamadan aniden durdu.
Şaşkınlıkla aralanmış gözleri ve bir “o “şeklini almış olan, hafifçe kanamış dudakları titrerken, avuç içi delik olan eli yumruk şeklini aldı. Sızı yavaşça kolunu tırmalıyordu ve farkında bile değildi.
Hayali Shen Xingyun, gözlerini kaldırdı ve merakla ama sert bir şekilde yüzüne baktı. Gözlerinin kenarı kızarmıştı. Kirpiklerine asılı duran nem tabakası daha kaybolmamıştı.
Ama o saniyelik gülüşü… Jian Yi gerçekten görmüş müydü?
Gözlerinin önüne serilen minik tiyatro, daha demin Da Fu’nun kendi önünde eğilip ilacı sürdüğü andı.
O gülüş gerçek miydi!?
Siktir…
Beyni ona oyun oynuyor olmalıydı.
İstemsizce aklına dolan cümlelerini mırıldanıverdi,”O beni hatırlamayınca bile hiç üzülmedim, bana komik geldi. Her şeye en baştan başlıyormuşuz gibi. O eskisi gibiydi ama ben eski Jian Yi değilim. Da Fu, benim ölümsüz kahramanım. Değişmeyen güzel yüzüyle ve hiç dinmeyen öfkesiyle… ” Son cümleyi bilinçsizce söyledi.
Ağzından taşan bu kelimelerin her biri gerçeklikte asılı kaldı. Bunun sadece kendi için anlamı olduğunu biliyordu. Yalnızdı. Yine de yalnız olmasaydı da bu cümlelerin anlamını kavrayamazdı hiç kimse.
Üçüncü nesil çocuklardan sonra Shen bir efsane haline gelmişti. Ve yaşlanmış olduğunu düşünen bir sürü insan vardı. Bu yüzden, Shen… Hala bıraktığı yerdeydi. Kulübesinin dört duvarı arasında elindeki kokulu darı rakısıyla, yine üzülüyor yine Nehir Ruhunu anıyordu. O kötü görünüşlü kulübe gitmişti ve yerinde bir sürü zenginlik bırakmıştı.
Onun dışında bir değişiklik yok gibiydi. Da Fu, hala gizemliydi ve sırları etrafında dolanıyordu. Jian Yi, bu sefer başaracağını düşünmüştü. Hayatının dönüm noktası olan o adam, o küçük çocuğu hatırlamadı. Haksız da sayılmazdı. Aradan o kadar gün ve ay ve yıl geçmişti ki… Unutması olağandı. Hele ki hiçbir şekilde dost olamamışlarsa bu, daha da olağandı.
Jian Yi kendine geldiği gibi adımlarını hızlandırdı. Orman yolunda ilerlemeye devam ederken havanın hafifçe kararmaya yüz tuttuğunu bilmeden gözlerini yere sabitleyerek yürümeye devam etti. Huang Zhi ise bu uzun hikayeden sonra, her ne kadar çoğunu anlamasa da, Jian Yi’nin sessizlik ütopyasını bozmamaya gayret ederek önde ilerlemek için zıpladı.
Orman dallarının arasından görünen gökyüzü hafifçe turunculaştı.
Ancak her iksi de bundan bir haberdi.
…
Jian Yi yorgundu. Hiçbir zaman bu kadar atlaması, zıplaması, koşması ve acı çekmesi gerekmemişti. Bedeni bir demirci için idealdi ama bu tür şeyler onun yaşlı ruhunu yorgun düşürmüştü.
Hızlı ilerleyiş sekteye uğradı ve her iksi de yavaş yavaş ilerliyordu. Yaraları attığı her adımda sızladığından dolayı yüzünü hafifçe buruşturdu. Bir süre dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra; “Daha ne kadar var…” diye mırıldandı kendi kendine. Kaşlarını çatmış, kirpiklerinin gölgesine sığınmış olan göz bebekleri hem acı hem de sinirle buğulanmıştı.
Dönmesi gereken bir o kadar da yol vardı sonuçta. Bir de başka bir hayalet alana girme düşüncesi eklenince, bu yorgunluğun üzerine huysuzluk hiç çekilmezdi.
Böylece 8 kilometre ilerlemişlerdi. Da Fu ormana yakındı yakın olmasına, ama bu orman epey büyüktü. Dağların tepelerine uzanan yollar bile bu ormandan geçiyordu.
Geçit Ormanı diye adlandırılan ve kilometreler boyunca uzanan bu alan karışık bir yerdi, bu yüzden orman yolunun içindeki yollardan sadece üç tanesini kullanmakla sorumluydular.
Eğer biri yoldan çıkar ve kaybolursa, onu aramak için kimse askerlerden, mürit ve sektlerden yardım dahi talep edilemezdi.
Sık ağaçlar sesi emiyordu yani bağırsanız bile duyulmazdı. Ve yolunuzu kaybetme ihtimali vardı bir de. Gecenin bir yarısı, hayalet alandan da uzak olsanız, karanlığın sessizlikle bir olup bir duvar gibi insanların önünü keseceği düşüncesi bile tüyler ürperticiydi. Buradan geçerken bir grup halinde olsanız bile dikkatli olmak gerekirdi.
Aksi takdirde yoldan çıktıktan sonra tek başına olduğunu gören diğer insanlardan farksız olurdunuz.
En iyi ihtimalle bir yırtıcı ile karşılaşırdınız. En kötü ihtimal ise…Uğh bu bilinmese daha iyi.
“Yolsuz ve korkunç, geçitsiz orman bir fare kapanı gibi içine çeker, labirent, karanlık ve ürpertici…” Böyle bir halde bile, kendi kendine kafiye uydurarak Huang Zhi’yi takip ediyordu. Kolunu sabitlemek amacıyla altından tutmuştu.
Zor ilerlese de, yine de şikayetçi değildi. Kendini kanıtlamak konusunda kararlıydı. Şikayetçi olduğu kısım, yaralarının sancılı sızlamaları olabilirdi en fazla.
Moralini yüksek tutmak için elinden geleni yaptı.
LianHua kasabasına boşuna gelmemişti.
Bütün bunlardan sonra en kötü son, Da Fu’nun, dolunay bittiği zaman onu evden atması olurdu. Ama Jian Yi, bu düşünceyle her ne kadar irkilse de en azından onunla birkaç gün geçirmenin verdiği sevinci, hüznü ve o anı karmaşasını da giderken yanında götüreceği için mutlu olacağını düşünüyordu.
Uğh, belki de mutlu, değil, ama ,,
Şeftali çiçeği gözleri yolda oyalanacak bir şeyler ararken, görüşünün hafifçe bulanıklaştığını fark edip kaşlarını çattı.
Ardından daha birkaç metre yürümemişti ki ağaç ve çalıların arasından parıldayan bir şey gözünün ucuna ilişti.
Jian Yi düşündü, bu ne olabilirdi? Oldukça sıcak bir renk, ve huzur veriyor… –Yine de tedirgin olmuştu, ve yüz ifadesi yavaşça değişti. Şüpheyle bakmaya devam etti ve bir süre sonra Deneyimsiz Huang Zhi’nin izinden gitmeye karar verdi.
Huang Zhi, sessizce aynı yoldan ilerlemekteydi, Jian Yi’nin meraklı gözleri tarafından izlediğini bilmeden etrafı kolaçan etmeye çalışarak ilerliyor, küçük uçan bir sincabı andıran sesler çıkarıyordu.
“Küçük Huang Zhi!” diye seslendi öne doğru Jian Yi. Başını geriye atmışken, soluna söyle bir göz attı.
Deneyimsiz Huang Zhi, hemen arkasına döndü ve hızla Jian Yi’nin gözlerinin önünde durdu. Bu hareketine ilk başta şaşıran, daha sonra sevimli bulan Jian Yi ise küçük bir gülümsemenin ardından başıyla işaret ederek; “Şuna bir bak.”
Ağaçların arasında 2 metrelik yuvarlak bir boşluk vardı. Etrafı sakin, ve dingin görünüyor küçük ateş böcekleri ise otların arasından çıkıp rehavetle, rastgele havada süzülüyorlardı. Alanın tam ortasında büyük bir çukur vardı ve çukurun içi ise su ile doluydu. Üzeri yer yer, kısmi bir biçimde ince bir yosun tabakasıyla örtülüydü.
Jian Yi, daha önce hiç bir dolin ile karşılaşmamıştı. Ve bu güzel, masmavi ve dibi görünmeyen dolinin etkileyiciliği karşısında şaşırmadan edemedi.
İçindeki tedirginlik, bir sarhoşun öfkesi kadar kısa sürdü. Parlak, ve sıcak gözüken çimlerin ışığı gözlerine yansıdı ve kirpiklerinin altına saklanmış olan bir çift göz bebeği hayranlıkla parıldadı. Gözlerinin etrafında gezen ve titreyen parlak ışık huzmeleri ile küçük bir çocuğun meraklı ve hayran dolu bakışlarını taşıyordu.
Ağaçların arasından ilerlerken, çalıların üzerinden geçerken bu bilinmez ormanın içinde böyle güzel bir doğa harikasıyla karşılaşacağını gerçekten tahmin etmemişti.
Onun için bu iyiye işaretti!
Dolinin etrafı, yerde büyüyen yaprakları küçük, kalın, çiçekleri pembe olan dikensiz bir sarmaşıklı buz çiçeği ile süslenmişti adeta. Çiçeğin küçük yaprakları etli ve dolgundu. Böylece hafif gölgede iken daha canlı bir renge bürünebiliyordu.
Diğer yandan pembe küçük tohumları ve yaprakları, yaygın olanından çok daha değişikti. Küçük çiçek yaprakları ince ve sıklardı. Ortasındaki polenler, yoğun pembelikten görünmüyordu bile.
Buz Çiçeği!!!***-Yaprakları etli ve yeşil renktedir. Çiçeklerinin rengi pembe-kırmızı olup, bol çiçek açarlar. Çiçekleri bitki üzerinde Mayıs ayından Ekime kadar kalır. Aptenia lancifolia-
Araya kaynayan beyaz ve sarı papatyaların rengi buz çiçeklerine göre daha solgundu. Küçük çalı topluluklarının bile üzerinden gecen buz çiçeği sarmaşıkları dolinin içine doğru uzanmışlardı. Masmavi yine de bulanık olan bu suyun içerisindeki çiçekler hem büyüktü hem de yosunlu.
Jian Yi, şaşkın şakın bir dakika boyunca doline baktı. Gördüğü şey karşısında adeta dilini yutmuş gibiydi. Hemen sonra Deneyimsiz Huang Zhi’ye doğru bir bakış attı.
“Bu muhteşem öyle değil mi? Bunu benim için bir işaret olarak alacağım. Küçük Huang Zhi, bunu görüyorsun öyle değil mi?”
Deneyimsiz Huang Zhi alışkanlık gereği hışırdadı. Ve Jian Yi, susadığını hissettiğinde birkaç defa etrafına bakındı. Çıkık ve belirgin adem elması birkaç defa yukarıya çıkmıştı “Bir sorun olur mu?” diye mırıldandı kağıt parçasına doğru.
Deneyimsiz Huang Zhi yine hışırdadı.
Bu iyiye işaretti.
Uzun çiçek ve dikenli çalı topluluklarının arasından tam atlıyordu ki birden durdu. Güzel ve pırıltılı olan dolini iyice süzdü. Etrafına tekrar bakındı.
Endişelenmesi gereken gerçekten bir konu vardı.
“Hayır, bu kesinlikle iyi değil.” Deneyimsiz Huang Zhi, Jian Yi’nin başına kondu. Sanki hafifçe durgunlaşmış ve endişelenmişti.
Öncelikle buradaki ağaçların hepsi gerçekti. Sağlıklı gövdeleri ve göğü kaplayan uzun dalları vardı. Ara sıra dalların arasından giren ışık huzmeleri veya küçük açık bir alana denk geldiklerinde mutlu oluyorlardı ve hala zamanlarının olduklarını bilmek de onları motive ediyordu. Etrafa dikkatlice bakmaya bile gerek yoktu. Ama dalgınlıktan olsa gerek ilk başta fark edememişlerdi.
“Buraya gitmemeliyim. O su içmek için çok bulanık gözüküyor zaten, Küçük Huang Zhi bana bir yol göster ve ilerleyelim.”
Muhtemelen büyülü bir alandı. Ama iyi ya da kötü bir alan olduğunu söylemek oldukça güçtü. Deneyimsiz Huang Zhi’nin durgun cevapları da onun bu alanın enerjisi hakkında pek bir bilgi sahibi olmadığını anlatmıştı.
Belirsiz olan, ağaçlar gökyüzünü kaplıyordu. Dolini aydınlatacak hiçbir şey yoktu, ağaçların gölgesinde ilerlerken bu denli bir ışık görmek gerçekten garipti. Ama değişik bir çekiciliği olduğunu da belirtmek gerekir.
Orası sıcak ve huzurlu görünüyordu ve ayrıca güzel, güneş ışıkları yerdeki çimlerin üzerine düşmüş olan zarif çiğ damlalarına hafifçe vururken; parıldayan küçük damlacıklar ve aydınlanmış sıcak düz alan, cazipti.
Tek sorun bu ışığın hangi cehennemden geliyor olmasıydı.
Bu sikik ormanda tek büyük açık alan, hayalet orman ve gerçek orman arasındaki büyük açıklıktı!
Ama kafasını yukarıya çevirirse oranın da tamamen dallar ve yapraklarla dolu olduğunu görecekti.
Ayrıca bu güvenli dediği alanın ve içindeki dolinin suyu o rengi nereden alıyordu öyle?
Az kalsın büyük bir aptallıkla alana girmeye cürret edecekti!
Bu geçekten tehlikeliydi. Jian Yi, bu haldeyken daha fazla şansızlıkla mücadele edemeyeceğini biliyordu.
“Çok yakındı.” diye mırıldandı tek nefeste. –bu gerçekten de korkutucuydu. Henüz bir gıdım dinlenmemişken başka bir şeyle yüz yüze gelmeyi göze alamazdı.
Hışırdama, “Çok yakındı.”
Ensesindeki nefesi hissetmeden bir saniye önce, Jian Yi, güvende olduğu için mutluydu.
Ama arkasından gelen rüzgarla birlikte burnuna dolan çürük et kokusu ve duyduğu hortlak hırıltısı tüylerini diken diken etti.
Arkasını geç olmadan hızla döndü ve ağaçtan, baş aşağı sallanan yüzünün yarısı çürük etle kaplı diğer yarısı ise kemikten ibaret olan cesedin, hızla kafasını gövdesinden ayırdı!
Elleri titriyordu. Yere düşerken çıkan tok ses kulaklarında yankılandı. Uzun tırnaklar, soluk mor cilt, pis ve eski kıyafetler içindeki o adam ise hareket etmeyi bırakmıştı bir anda.
Bedeni nasıl yere düşmüyordu?
“Huang Zhi, güvenli tarafta değil miydik? ” dedi tüm soğuk kanlılığıyla.
Huang Zhi başını salladı. Yine de küçük kağıt beden, bir yaprak gibi titriyordu.
“Ama güneş batmış mıydı? “–Hayır batmamıştı.
Jian Yi ve Huang Zhi fark etmemiş olabilirdi ancak ormanın bu kısmı yürüdükleri diğer yollardan daha karanlıktı. Ve etrafta güneş ışığına dair bir iz yoktu. Dolinin etrafı ateş böceği misali küçük ışıklarla parıldarken Jian Yi etrafına şöyle bir göz gezdirdi; –Şu an sadece bu hortlak vardı, ama ya başkaları da varsa?
Ormanda ilerledikçe karşısına bundan bir sürü çıkarsa ne yapacaktı?
Bedeni neredeyse sınırındaydı. Yorgundu ve yara bere içindeydi. Buna dayanamayacağını kendisi de biliyordu ama ne yapacağını bir türlü kestiremedi.
“Huang Zhi,,,”
“!?” Sözünü bitirmeye fırsat bulamadan gökyüzünü keskin ve soğuk hırıltılar sardı. Bazısı yakından geliyordu, bazısı uzak ve yankılı.
Jian Yi, dayanamayarak sert bir şekilde bir küfür savurdu havaya, etrafı sarılmış gibiydi. Hışırtıların ve sürünme seslerinin nereden geldiği bile belli değildi.
Savaşabilir miydi?
Belki biraz,
Kazanır mıydı?
Hiç sanmıyorum.
Yine de tetikteydi.
Gelecek ani bir saldırı karşısında kendini savunabilecek güce sahipti, gözünü dört açıp etrafını kolaçan etti, küçük bir hareketi bile atlamayacak kadar dikkat ediyordu.
İlk saldırı, arkasından geldi çalıların arasından fırlayan, et torbası hızlı hareketlerle adamın üzerine atıldı, sivri ve uzun, bir ayı pençesini andıran tırnakları kılıç kadar keskindi.
Jian Yi göğsüne yapılan hamleyi savuşturdu ve ağır baltayı tek eliyle savurarak hortlağı ikiye böldü.
Hemen ardından gelenler ise, bu ani atağı bekliyormuş gibi çeviklerdi, saldırıları şiddetliydi, Jian Yi elinden geldiğince savuşturmaya çalıştıysa da etrafını yavaş yavaş saran hortlak sürüsüyle başa çıkamazdı.
Bir düğmeye basılmış gibi, ormanın karanlık bölümlerinden bir sürü kırmızı göz ardı ardına yavaş ve tehditkarca açıldı. Yakın ağaçların üzerinden, ve nereden geldiği belirsiz olan bu hırıltıların sahipleri, Jian Yi’nin öfkesi ve yang enerjisinin etrafa saçtığı agresif auradan pek memnun görünmüyorlardı.
Jian Yi ağaçlara doğru bir bakış attı— Orası güvenli değil.
Karanlığın içinden kendisine bakan parlak kırmızı gözleri seçmek hiç zor değildi.
Jian Yi aldığı darbelerle birlikte tamamen savunmaya geçti, yavaşça etrafını saran hortlak sürüsüne karşı ne yapacağını kendisi de bilmiyordu.
Ayakları istemsizce geri geri giderken arkasındaki ışıklı alana girmesine az kalmıştı.
İlerlemeye devam ediyorlardı.
Hortlakları hareketsiz hale getirmek kolaydı, yavaş ama agresif hareket ediyorlardı. Ama çok kalabalıktı.
Ardı ardına üzerine gelen pençe darbeleri ve ısırıklar karşısında daha da agresifleşti.
-Ne kadar kötü, öldürmeme rağmen toprağın altından yenileri beliriyor!!-
Genç adamın gözleri hem korkuyla hem de sinirle açılmıştı. Göz bebekleri titrerken kaşlarını daha da çattı ve dişlerini birbirine daha sıkı geçirdi. Çenesinin keskin hatları daha da belirginleşmiş, alnındaki damar görünmüştü.
Şimdi, kapana kısılan vahşi bir hayvana benziyordu.
Böyle önemli ve zorlu bir mücadeleye kendisini silahsız gönderen Da Fu ya lanet etti. Bir kılıcı ya da efsunlu birkaç eşyası olsaydı bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulmayı başarabilirdi. Ama artık her şey için çok geçti.
Adımları onu yavaşça, şüpheli alanın içine sürüklüyordu.
Jian Yi’nin büyük ve belirgin adem elması yukarıya tırmandı. Hortlarkların hırlamaları ve sürünme seslerinin arasından belirgin bir şekilde duyulan yutkunma sesi adeta ormanda yankılanmıştı. Büyük, şeftali çiçeği gözlerini kırpmaktan bile çekinirken, alnından akan ter damlaları çenesine doğru yavaşça süzüldü.
Hortlaklardan biri hızlı bir hamleyle Jian Yi’ye pençelerini geçirirken Genç adam arkaya doğru eğildi ve tam o sırada ayağı kaydı.
Her şey neredeyse bir saniye içinde gerçekleşmişti.
O uzun ve zayıf yaratık ona doğru hoştu.
Uzun kollarını bir kılıç gibi savurdu.
Göğsünün derisi hızla geriye çekilirken, tırnak ve aralarından kan fışkırdı.
Jian Yi refleksle bedenini geriye doğru çekti ama ayaklarının altındaki sarmaşıklar kaygan ve ıslaktı.
Göğsünü saran ani acıyla kontrolünü kaybederken, şaşkınlıkla ve nemli gözlerle daha ne olduğunu anlayamadan, mavi ve bulanık suyun içine düştü.
Ve ormanı derin bir sessizlik kapladı.
Havaya kalan su dolu gibi patır patır aşağı düştü.
Suyun çalkalanması durulduğunda yukarıya doğru çıkan küçük hava kabarcıkları dışında su bir buz kütlesi kadar donuk kaldı.