Da Fu, dağınık yatağına kendini bıraktığında, gözlerini kaplayan boşluk son derece belirgindi. Donuk iki göz küresi, uzağında duran, çoktan sönmüş ateş kasesine bakıyordu. Soluk teni, üzerine eğilmiş Jian Yi’nin kan damlalarıyla yıkanmıştı. Açık renkli cüppesi kanı hızlıca emdi ve kırmızı, koyu lekeler belirgin bir şekilde bedenini kapladı.
Da Fu şimdi başkasının kanına bulanmıştı, kırmızı örümcek zambakları etrafını yeniden çevrelemişti. Etine değen kanla ıslanmış kumaşın arasından büyüyen binlerce çiçeğin olduğunu hissedebiliyordu.*
-On beşinci bölümde kendi kanıyla boğulmak isteyen Da Fu’nun ironik olarak Jian Yi’nin kanıyla yıkanmış olmasına değiniyor.-
Hissetmek kolaydı ve bulanık zihninden olanları görmek bir hayli zordu. Jian Yi’yi parçalara ayırmadan önce bile hissedebildiği bir boşluk vardı. Bu boşluk, ölümün soğuk nefesini, ve çaresiz yalnızlığını hissettiriyordu. Karanlık aura tüm bedenininden akarken, kendini kontrol etmekte zorlanmıştı ve bu yüzden daha da sinirlenmişti; ama sonra, soğuk ve tehlikeli karanlığın içinden bir çift el ona doğru uzandı.
Da Fu onları zar zor görebildi. Göğsünden tüm bedenine yayılan dikenli sarmaşıkların etini parçaladığını hissederken, onları görebildi.
Tanıdık duruyorlardı, aynı zamanda koruyucuydu. Ancak Da Fu, kurtarılacak kadar zayıf olduğu için öfkelendi…
…Hem, tüm o insanlar, her biri ona karşıyken nasıl sakin durabilirdi?
Yeterince sessiz kalırken, kendini göstermemek için elinden geleni yapıyorken, bütün bu aşağılanma ve yargılayıcı sesleri duyarken, nasıl susup durabilirdi?
Sonuçta, cezasını geçmişte çekmişti. Geçmişin ayıbı her zaman geleceği örtemezdi. Kaybedilenler geri getirilemez, ve ileriye atılan hiçbir adım bir daha geriye dönemezdi. İstediği temiz sayfalar eline ulaşmadan çamura bulanıyordu.* Elleri, sayfaları çamurluyken, ve bir de yeterince yaşamışken, isteyebileceği ne olabilirdi ki? İnsanlardan uzaktaydı, ulaşılamaz, fark edilemezdi, değil mi?
-Da Fu’nun hayatında temiz bir sayfa açmak için uğraştığını, yine de engellendiğini söylüyor.-
Sonrasında kendini sessizliğe bağladığında, diğerlerinden tek bir şey istedi; Görmezden gelinmek.
Da Fu sadece görmezden gelinmek istemişti.
Birkaç zamandır sesini soluğunu kesmiş, varlığını unutturmaya odaklanmıştı. Ama küçük bir kıvılcım, kuru otları birden tutuşturdu, ve Da Fu fark ettiğinde, alevler çoktan etrafını sarmıştı. Küçük bir ziyaretçi, onu sonunda ölüme sürüklüyordu.
Bütün bir yolu sessizlik içinde geldi, kasabayı gördüğü zamansa ne yapması gerektiğini bir türlü bulamadı. Yalnız başına oradan geçerken insanlara zarar verebileceğini, ya da tam tersi, onların öfkelenip kendisine saldırabileceğini düşünüp duruyordu. Her halükarda, zarar görecek olan onlar olacaktı; aynı, şimdiki gibi, fakat devam etti.
Düşünüyordu; Eğer geçit ormanının hortlaklarını durdurabilmek için Chuo Chuo’ya karanlık enerjisinden bu kadar fazla vermeseydi, Chuo Chuo şimdiye kadar bir hayalete dönmüş olurdu, ve ona yardım ettiği gibi tekrar yüzünü boyamasına izin verebilirdi. Çünkü sevgili hasır şapkası o yıkıntıların arasında paramparça olmuştu. Ve kendini gizleyebilecek tek şey şimdilik buydu, Yeterince güçlü değildi. Ancak küçük seçimlerin sonuçları ağır oldu. Domino taşları birbirini devirirken olacakları tahmin etmek çok zor değildi.
Sadece Da Fu, rahat bir gece geçirdiği için şaşırmıştı ve bu endişe tufanını bir kenara bırakmıştı.
Belli ki sadece zaman yanlıştı; düşündüğü her şey teker teker olmuştu…
‘Tehlikeli olduğunu bile bile, neden birini kovalarsın ki?’
Da Fu; normal bir insan olsaydı, onlar gibi yapar mıydı, diye düşündü.
Sonra bir karara vardı: ‘Neden başıma bela almak isteyeyim ki? İhtiyar ölümsüz kendi kulübesinde yatıp kalkarken, ondan nefret de etsem, onunla savaşmaya gitmezdim. En azından, en azından sıradan biri olsaydım, bunu yapmazdım.’
Bir yanı ise onunla dalga geçti,
‘Nasıl bilebilirsin ki?’ dedi kendi kendine,
‘Güçsüz olsaydın ve yanında yüz yılların iğrenç katili dursaydı, gerçekten güçsüz olsan bile ona nefretini göstermek istemez miydin?’
Da Fu gözlerini rehavetle kırpıştırdı, ‘Nefretimi göstermek isterdim.’ diye düşündü itaatkar bir şekilde.
‘Ve onlarca insanı fırlatıp attım; üstelik, üstelik o adamı da az kalsın parçalara ayırıyordum. Ve bunların hepsini Jue Chang’ı hareket ettirmeden yaptım.’
‘Öyle yaptım, ben de ölümsüzden nefret ederdim.’ Da Fu bu öfkeli güç, ve zehirli kudretin nereden, kalbinin hangi pis deliğinden geliğini hiçbir zaman çözememişti.
Kehribar gözleri, soğuk bir güne doğan güneşle beraber parladı. İnce dudakları birer çizgi gibiydi, yüzü donuk bir hal almıştı. Saçları ve giysileri dağınık bir şekilde yatağa yayılmıştı. Alışkanlık gereği bacaklarını yine karnına doğru çekmişti, avuçları yanaklarının altındaydı; karşısındaki duvara öylece baktı. Beynindeki uğultu ve dışarıdaki karmaşa onu bir şekilde sarsmıştı. Küçük bir çocuk gibi saklandı.
Ama sonra tekrar hatırladı;
Da Fu, düşünmeden duramadı. Jian Yi’ye birçok kez söylediği gibi, ondan nefret ediyordu. Ancak, yok edilemez sonsuz öfkesi; kimse ölmeden, o bir çift el tarafından hezimete uğramış, sarsılmıştı. Da Fu,o zaman neden aciz olduğunu anlayamadı. İçten içe Jian Yi’ye farklı mı davranıyordu?
Bu bir nebze doğru değil miydi? Kendi elleriyle ilacını sürmüştü, el şakalarına göz yummuştu, onu, uzun zamandır tanıdığı müritler gibi dikkatli dinlemişti, Ve üstelik… Onun elini tuttuğu zaman tiksinmemiş, öfkelenmemişti! Her biri sadece sabahın etkisi değildi. Da Fu’nun kalbi yumuşuyor muydu?
Fei Xiao’ya öfkelendiği zaman onu durduran hiçbir şey yoktu. Eğer sakinleşmeyi başarmasaydı ve tanıdık olan bir çift gözün korkuyla ona baktığını fark etmeseydi, Fei Xiao çoktan ölmüş olurdu. Ancak şimdiki çok farklıydı, kimseyi seçemeyecek bir yerdeydi, göremiyor ve duysa da sakinlikle cevap veremiyordu.
Jian Yi’nin ağırlığını üzerinde hissettiğinde boğulduğunu sanmış, bedenini kaplayan sıcaklık ile teninin yabancı kokusu üzerine kapandığında, boğulduğunu sanmıştı. Jian Yi ona bağırdı…
…Sahi, ne demişti?
“Shen Xingyun, Sakin ol?”
Da Fu kendi kendine düşündü: Bu ahmak bu iki kelimeyle sakinleşeceğimi nasıl düşünebildi? Birazcık komik.
Ve sonra ne demişti?
Da Fu, büyük bir zorlukla hatırlamaya çalıştı. Kulağında çınlayan haykırışla ve tutuşunu sıkılaştırırken.. “Bırakmayacağım?” Hafifçe fısıldadı.
‘Beni öldürsen de bırakmayacağım?’ Böyle söylemişti.
Gülümsemesi sinirini bozsa bile, yüzünde ve ruhun aynası olan o gözlerde bir tek sahtelik yok gibi görünüyordu. Jian Yi, ona bir ay önceki küçük oyunu oynamasaydı, yalan söyleyebildiğini bile düşünmeyecekti… * Da Fuyu sinirlendirmek için bir ara kötü şeyler söylemişti, bknz:“Beni dövüyorsun çünkü gerçekleri söylüyorum.”
” Sen korkaksın.”
” Seni tutan kimse yoktu ama sen sadece üzülmeyi seçtin-“
“Beni rahat bırak!” diye haykırdı uzaklardan bir ses, Da Fu da kolayca yakalamıştı :D*
Ve bir de…, aslında aptal ve itaatsiz olmasına karşın çok da cesur biriydi. Bütün o insanları düşünüp kendini diğerleri için siper etmiş, fedakar davranmıştı. Yaralarının üzerinden, küçük şeritli dumanlar çıkarken ve hızla kanarken bırakmamıştı. Onu aşağı çekip durmuştu, muhtemelen düşürmeye çalışıyordu.
Da Fu hafifçe somurtarak kaşlarını çattı, ancak o kadar yorulmuştu ki bu belli belirsiz ifade yüzünde bir saniye görünüp kaybolmuştu.
O zaman öfkeliydi ve ona açıkça, bütün bunların sorumlusu olduğunu söylemişti. Ve şimdi, beyninde bir kez daha canlandırdığında kendini haklı buldu. Jian Yi, aklına estiği gibi Da Fu’yu ziyaret etmemeliydi.
‘Evet, ahmak. Gelmeseydin, kendini siper etmek zorunda kalmazdın. Hatanın sorumluluğunu aldığın için seni takdir etmeyeceğim.’
“Shen Xingyun.”
Bam!
Yatağın dayandığı duvar yumrukla beraber sarsıldı. Tahtaların arasındaki küçük toz tabakası havaya kalkmıştı. Da Fu ne olduğunu anlayamadı, gözlerini kırpıştırdı. Düşünceleri anında kayboldu.
Ses diğer odadan mı gelmişti?
Küçük bir toz tabakası havada süzülürken rahatsızca kıpırdandı. Ses boğuktu, ve kim olduğunu anlayamamıştı. Ona seslenen kişi öfkeli miydi? Ve o kimdi? Neden duvarı yumrukluyordu?
Her şeyi bir kenara bırakıp, hafifçe doğruldu. Dizlerini altına aldı ve başını yavaşça çevirdi. İnce parmakları tereddütle tahtaya dokunduğu zaman, çok uzun bir zaman geçmişti. Uzun, yüzünün iki yanına düşen saç tutamlarını kulağının arkasına sıkıştırdı, kulağını hafifçe yaklaştırdı.
Ve tekrar bir vuruş sesi yükseldi.
“Shen Xingyun!”
Da Fu irkildi.
“….Jian Yi?” Masumca, tahtalara dokunan parmaklarına baktı. Onu düşünürken, sesini duymak ne büyük bir tesadüftü…
Diğer taraftan, küçük bir yatak gıcırtısı ve hışırtılar duyuldu.
Jian Yi, onun seslenişini duymamıştı.
Da Fu’nun küçük kulakları merakla dinliyordu.
‘Neden bana seslenip sustu, söyleyecek bir şeyi yok muydu?’
‘Bir defa daha seslenecek miydi?’
Kendini haklı çıkarmak için Jian Yi’yi suçlarken, birden onun sesiyle bölünmüş ve dağılmıştı.
Da Fu, bu değişik ruh halindeyken biraz ılımlı davranıyordu. Yumruklar ve kendi adı bir araya geldiğinde, şimdiye kadar aradaki duvarı yıkmış ve karşı taraftakini bir güzel pataklamış olmalıydı, bunun yerine meraklı bir bekleyiş vardı. Jian Yi’nin sesini duyduğunda meraklandı ve irkildi, bu yüzden ona kızamazdı.
Fakat zaman geçtikçe, Da Fu’nun donuk yüzü hafif bir üzüntüyle perdelendi. Her ne kadar belli olmasa da göz bebekleri üzüntüyle doldu. Başını hafifçe eğdi, tahtaya dokunan elini bir türlü geri çekemedi.
Da Fu neyi beklediğini, neyi duymak istediğini bir türlü kestiremedi, uzun zamandır kalbi ve aklı arasında Baizhang* uçurumu kadar boşluk vardı. -N. Çinde bir uçurum- Hatalı olduğunu düşünmeyecek kadar gururluydu. Ve yüz ifadesinin hala donuk bir çiçek kadar duru olduğunu düşünecek kadar kendinden bir haberdi.
Sessiz bekleyiş onun küçük somurtkan yüzünün sevimliliğine karşı koyamamış gibi; tam vazgeçmek üzereyken boğuk bir mırıltı duyuldu.
Olanlardan sonra yakındaki odaların çoğu boşaltılmıştı, bu yüzden Da Fu dinlerken zorlanmadı.
Erkeksi ve kalın bir ses olmasına rağmen ve çok uzaktan gelmesine rağmen sessizliği dolduracak kadar duyulabiliyordu.
“Yaşadığımız günler geçip gidiyor,
Seni bir gün görmemişken, niçin özlem duyarım?
Çiçeklenen ağaçların yaprakları suya izler bırakıyor,
Yüzümdeki yaşın, yanaklarıma bıraktığı gibi izler,
İçimdeki ihtiyar adamı susturmalıyız,
Bana söz ver,
Bir daha geleceksin.
…”
.
Da Fu uzunca bir süre beklemişti, ve bu süre boyunca soluğunu tuttu, güzel sesi dinledi. Kalbi hızla çarparken, kelimeler kulaklarına değerken hafifçe gıdıklıyordu.
‘Bu da nedir?’
Uzaktan gelen boğuk mırıltının kalbini hoş etmesi kaçınılmazdı. Çünkü yüzyıllardır duyduğu tek şarkı, ölülerin ağıtları ve savaştaki ağır çığlıklardı. Bildiği pek şarkı yoktu, ve ona söylenen şarkılar da yoktu, ancak kulağını gıdıklayan bu mırıltının bir hayli tanıdık geldiğini düşünüyordu. Sanki ağzını açsa, Jian Yi’ye eşlik edebilecekti.
Kapı tıklayınca yerinden zıplamış, irkilerek uzaklaşmıştı. Kalbi heyecanla atıyordu, ve hafifçe aralanmış dudaklarıyla kapıya doğru döndü, bir eli göğsünün üzerinde durmuştu, hızla atan kalbini sakinleştirmek istiyor gibiydi.
“Kimsin?”
“Fei Xiao.”
“Gir,”
” Efendim,” Fei Xiao kapıdan başını uzattı. Da Fu gence merakla baktı, kendine yeni gelmiş gibi görünüyordu.
“İyi olup olmadığınızı kontrol etmek için geldim.”
Ne iyi bir çocuk! Fei Xiao, sevimli yüzü, meraklı gözleri ve uzun sağlıklı saçlarıyla her zaman Da Fu’nun kalbini alabilirdi. Şimdi bile kapının aralığından başını sevimlice uzatırken, ciddi bir surat ifadesi takınsa bile, güzelliği ön plandaydı. saç tutamları yana doğru hafifçe salınıyordu.
Küçüklüğünden beri, Da Fu, iki çocuğu diğerlerinden ayrı tutmuştu. Ve bunlardan biri kesinlikle Fei Xiao idi. O her zaman sınırlarını zorlayan bir çocuk olmuştu, korkularının üzerine gitmek onun asıl gücünün temellerini oluşturmuştu.
“Fei Xiao, iyiyim.” Da Fu, Fei Xiao’yu gördüğü zaman belli belirsiz rahatladı. Kehribar göz bebekleri hafifçe büyüdü.
Hiçbir şeyden haberi olmayan genç devam etti; “Ah, öyleyse size bildirmemde bir sorun yok; Dışarıdaki insanların Lianhua halkından olduğunu düşünmüyorduk, Mu Yang bir soruşturma başlatacak, bunu bilmenizi istedim…”
“İçimi rahatlatmak amacıyla mı söylüyorsun?”
“…,” Fei Xiao üzgünce gözlerini kaçırdı. Da Fu’nun, Jian Yi’yi paramparça etmek üzere olduğunu fark ettiğini ve bu yüzden oradan uzaklaştığını düşünecek kadar iyi yürekliydi. Ne var ki böyle bir şey asla olamazdı. Da Fu’nun şaşkın suratı, ve meraklı gözleri, haklı olarak yaptığı şeyi savunuyormuş gibi görünüyordu. Yüzü keskindi, kaşlarının uçları yukarıya doğru kalkıktı.
“Sadece bilgilendirmek istedim. Size haber vermeden önce izlendiğimiz konusunu konuşuyorduk.”
“Peki, kim bunlar?”
“Muhtemelen Fenglu’dan birkaç gizli asker,”
Da Fu düşünmeden konuştu. “Sanguan neden beni takip ettiriyor?”
Aslında aslında uzun zamandır diğer Tepe Lordlarında olduğu gibi, onunla da arası iyi değildi, ancak Lord Sanguan, Da Fu’yu görünmez sayan yegane kişiydi, bu yüzden bunu biraz tuhaf bulması normaldi.
Lord Sanguan sessiz bir kişiliğe sahipti. Sert mizaçlı ve keskin bakışlı olduğundan her daim gergin ve öfkeli gözükürdü. Buna karşın Lord Sanguan, Aslında Da Fu’ya gerçekten içten davranan birkaç kişiden biriydi. Yaptığı her eylemde bir mantık ve plan bulunurdu. Da Fu eskiden Lord Sanguan’a kızamazdı. Çünkü ağzını açtığı zaman Lord Sanguan soğuk ve keskin sesiyle olanları mantıklıca anlatır, Da Fu’nun öfkesini yok ederdi, manipüle etmekte üstüne yoktu.
“Şu an Lord Sanguan ve Madam Yan arasında soğuk bir savaş olduğunu söyleyebilirim. Nedeni şimdilik gizli efendim, ancak sizi hedef aldığına göre, geçici olarak yönetilen LianHua kasabasının halkını kendi tarafına çekmek istiyor olabilir.”
Toplamda yedi sekt vardı. Öncelikle büyük kıtlık zamanından beri olan iki sekt Fenglu ve Yun sekti olmuştu. Ardından büyük kayıplar, fikir ayrılıkları ve göçler küçük sektler oluşturdu. Fenglu adam kaybetmeye devam etti, ve kurulan yeni sektler uzaklardan adlarını duyurdu, Dört mevsimin sekti, kavurucu olmasına karşın bereketli güneşi temsil eden Xia Ji, erdemli ve kanı kaynayan genç takımıyla ünlendi.
Dong Ji adından da beklenildiği gibi Xia Ji’nin tersiydi. Keskin kışın karları tepelerinden asla ayrılmazdı ve müritlerin donuk ve buz gibi beyaz ciltleri, bir insanınkinden çok farklıydı. Bu yüzden armalarında altı köşeli asil ve keskin bir kar tanesi vardı. Soğukta aldıkları eğitim ve ruhsal özlerinin katı bir şekilde eğitilmesi onları soğuk ve güçlü askerlere dönüştürmüştü.
Chun Ji, bir şifa sektiydi, ve kadınlarının güzellikleri, adamlarının zekalarıyla bilinirlerdi, sektin başı savaşçı Leydi olmasına rağmen, savunmaya önem verirdi ve Qiu Ji ile her zaman ortaktı.
Ve bu ayrılmalardan çok uzun zaman sonra Yun sekti içindeki zamansız ayaklanmayla birlikte iki parçaya ayrıldı, üstelik klan lideri de ölmüştü.
Lei Bing, kardeşi Lei Lian’e baş kaldırarak bir isyan çıkarmış ve suikast planlamıştı. Da Fu, Lei Lian’i öldürdükten sonra Lei Bing sektten ayrıldı ve ardından da bir sürü Şifacı, elementlerinde neredeyse ustalaşmış müritler onu takip etmişti.
Fenglu bu ayaklanmaya, topraklarının bölünmesine hiç ses çıkarmamıştı. Uzun zaman sonra Rüzgar biçen Sanguan, Klan liderliği için seçildiğinde atalarının anlaşmalarına, yönetim şekline ve stratejilerine yönelik hareket edeceğine dair yemin etmişti.
Ama şimdi yaptığı mantıksızdı. Lianhua kasabası sonuçta Yun sektine seçimle verilmişti, ve şimdi sadece Yun sektini karalamak için neden böyle pis bir girişimde bulunuyordu, Fei Xiao’nun küçük akıl yürütmesi Da Fu’ya mantıklı geldi. Yoksa Rüzgar Biçen Sanguan ve onun arasındaki sessizlik nasıl bozulabilirdi ki?
Da Fu’nun suskunluğu Fei Xiao’yu endişelendirdi. Tekrar derin bir şekilde düşünürse, muhtemelen bir defa daha sinir krizi geçirebilirdi, ” Siz endişelenmeyin, önceliğimiz sizi korumak bu yüzden lütfen sakin olun ve bütün bu evrak işlerini bize bırakın, Yi Bai’ye vardığımızda daha iyi hissedeceksiniz, sadece biraz dinlenin efendi Da Fu.”
Da Fu gözlerini kırpıştırdı. Doğrusu bu sözlerin nasıl bir endişe ile söylendiği çok barizdi. Da Fu’ya sakin kalması için yalvarıyordu! Da Fu somurttu, ” Peki.” dedi istemeye istemeye.
Ardından Fei Xiao titredi ve odada birkaç adım attıktan sonra endişeyle baktı. “Efendi Da Fu, isterseniz, buraya bir terzi çağırabiliriz, böylece, öhö, kirlenmiş giysilerinizi…”
Da Fu kollarından birini kaldırdı ve küçük kan damlalarının bıraktığı izlere rehavetle baktı. Uzun kol yeni bir hayli kirlenmişti, açık renkli bir cüppe olmasından dolayı üzerindekinin kan olduğu çok barizdi. “Ben…”
“Fei Xiao sizin için getirebilir, böylece yorulmuş olmazsınız.” kendini işaret etti.
Da Fu’nun kaşlarını dümdüz oldu. Bu kadar korkulacak ne yapmıştı ki…
…………….. Yani şimdi???
Odaya ilk girdiğinde daha sakin görünüyordu!
“Sadece…”
Fei Xiao değişen küçük mimikleri dikkatle inceliyordu, bu yüzden Da Fu’nun bu öneriden de rahatsız olduğunu düşündü.
“İstiyorsanız dışarı da çıkabilirsiniz, size eşlik edebiliriz, Xiong kendini temizliyor.”
“Ah,” Da Fu birden ürperdi, demek kendini temizliyordu, bu yüzden o hışırtıları duymuş olmalıydı.
“Fei Xiao, Yaklaş.”
Fei Xiao endişeyle baktı. Da Fu’nun beyaz ve solgun yüzünde, parlayan alışılmadık renkleri olan gözlerinde, ve beden dilinde hiçbir tehlike sezmemişti. Yavaşça ilerledi.
Da Fu ona küçük bir kutu uzattı. Fei Xiao, Da Fu’nun onu çıkardığını bile fark etmemişti. “Bunu ona verebilirsin.”
“…”
“Ona biraz yardım eder.”
“…”
“Son geldiği zaman bir sürü yaram olmuştu, küçük şeyler yapmıştım, ama Yi Bai’Ye giderken sadece bunu aldım. Böyle şeyler olacağını tahmin etmemiştim.” Da Fu, sadece yoluna çıkan birileri olursa onları öldüreceğini ya da ölümüne dövebileceğini düşünmüştü, sonuçta, planda yaralı birine ilaç vermek yoktu.
“Hey, Beni dinliyor musun sen??”
“Evetevetevet!!” Fei Xiao aceleyle kutuyu aldı. Da Fu’nun hem kutuyu vermesine hem de küçük bir açıklama yapmasına şaşırmıştı. Görünen o ki, dün gece, Jian Yi Da Fu’nun aklını çelip onunla küçük bir dostluk bağı kurmuştu. Aynı, diğer herkese olduğu gibi…
Fei Xiao aceleyle kapıya yöneldi, ancak Da Fu’nun seslendiğini duyduğu zaman durdu ve döndü. “Ona söyleyebilirsin.” dedi soğukça Da Fu. Fei Xiao tarafına bakmadan konuştu.
“Aşağıda yemek yiyeceğimi ona söyle.”
‘Bu gerçek bir davet bile sayılmazdı.’ Diye düşündü Fei Xiao. Da Fu, inceden inceye emrivaki yapıyordu.
Fei Xiao başını ‘evet’ anlamında salladı.
Fei Xiao, dışarı çıktıktan kısa bir zaman sonra Da Fu aceleyle ayağa kalktı, iç cüppesini çıkarmıştı.
Jian Yi’yi yemeğe dolaylı yoldan çağırdığına kendisi de inanamıyordu. Kalbi huzursuzca çarparken, ne yapması gerektiğini düşünememişti. Şimdi ona katı davranamazdı. Ama bunun, Jian Yi’nin kanla kaplanması ile ilgisi yoktu. Derin yaraları yakından görmesi ve onun kanıyla yıkanması ile ilgisi yoktu.
Da Fu istediği gibi davranırdı. Soğuk, acımasız sert? Bunlar alışagelmiş hareketleri ve artık ateşi olmayan kül tabakasıyla dolu bir kalbe sahip olmanın dezavantajıydı.
Ama birini yemeğe davet etmek mi? Birine kendi elleriyle ilaç sürmek, ya da onun ahmak sorularına sinirlenmemek için elinden geleni yapmak mı? Bunların hiç biri Da Fu olamazdı!
Bunca yıllık sevgi ve saygısına karşın, itaati ve tatlı diline karşın, Fei Xiao’ya bile bu ayrıcalıkları zor tanımıştı. Tanımadığı birine neden iyi davranmak istiyordu? Hem öfkesinden, hem de soğuk kanlılığından ödün vermek Da Fu için ne zamandan beri bu kadar kolaydı ki?
Elindeki dış cüppenin kuruyan kan tabakasına bakarken istemsizce kaşlarını çattı.
“Senden gerçekten nefret ediyorum.” Dudaklarından fırlayan kelime keskin ve zehirliydi.
Karar verdi, aşağı indiğinde ve Jian Yi geldiğinde ona ne istediğini soracaktı, ve belki de Geçit Ormanında olanları sorabilirdi. Ve sonra isterse onu kovardı, ya da yemek yemesine izin verdikten sonra kovardı.
‘Ona daha sonra karar vermek daha iyi bir seçim! ‘
.
.
.
.
Alternatif bir dünyada, Menajer ve aynı zamanda psikolog olan Bay Wang’ın kesin bir cevabı olmayan belirsiz soruları sunar:
Wang Yangxin: Görüyorum ki karakterlerin her birinde küçük, belirsiz psikolojik rahatsızlıklar var, özellikle Da Fu ve Mu Yang beni endişelendiriyor. Ayrıca yazarların her biri ortaya kendinden bir parça koymadıkça adam akıllı bir eser veremez derler, ama küçük bir deneme yazısında bile insanların kendinden bir parça kattığını açıkça söyleyebilirim, bu yüzden Bg, her şey senin sorunlarınmış gibi görünüyor. iki karakter sende ne çağrıştırıyor, ve neden bu kadar detaylı yazıyorsun?
Bg:Size söylemek istediğim şey şu, İsmi İki İnce Dünya olan bir kitap bu, Karakter tahlillerinde pek iyi miyim bilemiyorum, kendimi nesnel olarak değerlendirmek benim için çok zor, bu yüzden elimden geldiğince anlamanızı ve bir yerde de anlamamanızı sağlamak zorundayım. İki karakterin birbirine hissettiği duygusal bağ, olay örgüsünün karmaşıklığı ve karakterler… Umarım birbirine benzemiyorlardır. Çoğunlukla bağırdığım için, belki de karakterlerim fazla bağırıyorlardır diye düşünüyorum,
Ya da fazla öfkelilerdir ya da gereksiz gülümsüyorlardır… Aklım bunları düşünecek kadar berrak olmadığından…
Da Fu: Kes sesini artık. Kimse senin acınası iç kaosunla ilgilenmiyor. Basit sorular basitçe cevaplandırılır. Mu Yang’la benziyoruz çünkü benzemem gerekiyor, sonuçta onun babasıyım. Ve Bay Wang, Bg’nin bir köpekte olması gerektiği kadar piresi var, onları ayıklasa bile hala piresi var.* *Yani Bg’nin sorunlu bir tip olduğunu düşünüyor*
Bg: içler acısı sahte bir senaryo…
Da Fu : Buna kimse inanmaz mı sanıyorsun? Planlarını gizli tutmak senin için önemli, ama inanmaz mı sanıyorsun?
Bg: lütfen, onu görmezden gelin. *Bay Wang’a kısaca gülümser*
*Teknik olarak Bg soruyu cevaplayamadı*