Çok geçmeden korkusunu bir kenara bırakarak ormanı aştı.
Hala patikanın içinde olmasına rağmen, uzaklıktan tanıdık açıklığın sonbaharla karışmış renklerini görebiliyordu.
Yavaşça ilerledi.
Çalılığın arkasına yetiştiğinde şaşkınlıktan bir anlığına dondu.
Sarı-yeşil düzlüğün ortasındaki kulübe otuz gün önceki ile birebir aynıydı. Verandanın korkuluklarının temizlikle parıldaması ve koyu renkleri, kiremitlerin kızıl koyuluğu, bu uzaklıktan bile fark edilen merdivenlerin bozuk ölçüsü… Hepsi birebir aynıydı.
Etraftaki cesetler profesyonelce temizlenmişti ve uzun zamandır kimse ziyarete gelmemiş gibi çimlerin hiçbiri ezilmemişti. Sanki daha önce yaşananların her biri rüyaydı ve gördüğü her şey bir yalandan ibaretti.
Biraz daha yaklaşınca kulağına tatlı bir ses değdi. Henüz göremese bile, duyduğu melankolik ve güzel sesin bir rüzgar çanından geldiğini anladı. Biraz doğrulup daha iyi görmek istedi. Şaşkınlığını atlatamadan bir diğeri tarafından anında bozguna uğratılmıştı!
Çiçek koruyucu kulübenin kapısı ardına kadar açıktı. Esen rüzgarla birlikte eski kapının gıcırtısı rüzgar çanının şarkısına karışıyordu. Kapının tam önünde boylu boyunca uzanmış olan devasa büyüklükte mistik bir kaplan duruyordu!
Avcı gözleri kapalı olmasına rağmen, küçük kulakları tetikte olduğunu belli edercesine hafifçe oynuyor ya da titriyordu. Rüzgarın soğuğu taşımasından etkilenmiyormuş gibi rehavetle yere uzanmış, kuyruğunu yavaş yavaş sallıyordu.
Jian Yi’nin kanı yüzünden çekildi. Oraya gitmesi kesinlikle imkansızdı! Ne yani, rahatsız edilmemek için şimdi de bir kaplan mı evcilleştirdi? Akıl sır erdirilmeyen Shen Xingyun’den de daha aşağısı beklenemezdi! Böyle düşünmek başlı başına çılgınlıktı!
Bunu kabul etmek zordu. Jian Yi, Da Fu’yu uzun zamandır bir kahraman ve soğuk kanlı bir kurtarıcı olarak gördü. Şimdiki uçuk davranışlarıyla yargıya varmak neredeyse imkansızdı!
Üzüntüyle dizlerinin üzerine, yere çöktü. Koyu iki göz küresi, hayal kırıklığıyla solgunlaşmıştı. Parmakları kol yenlerini sıkıca kavradı.
“AH, BENİ RAHAT BIRAK ARTIK! BIKTIM SENDEN!!!”
Jian Yi, sesi duyduğu gibi başını kaldırdı ve çalılarla gizlenerek endişeyle baktı.
Da Fu, darmadağınık bir şekilde dışarıya doğru koştu ve tam dışarı çıkıyordu ki arkadan beyaz bir siluet, fırladığı gibi kafasına çarptı!
Dengesini kaybetti ve öne doğru tökezleyip kaplanın üzerine yüz üstü çakıldı!
Çıplak ayakları önce yukarıya fırlamış ardından gürültüyle arka arkaya parkelere düşmüştü. Tüylerin arasında neredeyse kaybolmuş görünüyordu!
“Pfft!”
Jian Yi, bir eliyle kahkahasını bastırırken kendi tükürüğünde boğulacaktı!
Bütün bu haykırışın nedeni ne hortlaktı ne de mistik bir canavar!
Sadece tüylü beyaz bir kediydi!!
Omuzları sertçe titremeye devam ederken kısık gözleriyle gözetlemeye devam etti;
Kaplan, üzerine bir şey düştüğünü hissedince uykulu gözlerini kırpıştırarak ne olduğuna bakmak için başını tembelce kaldırmıştı.
Tüylerinde kaybolan Da Fu’nun, sakarlıkla yere yığılmış olan bedeni olduğunu anlayınca bu çok normalmiş gibi bir süre izledikten sonra dönüp uyuklamaya devam etmişti!
Jian Yi, bir eliyle ağzını tutarken, diğeriyle çalıları aralayıp biraz daha eğildi. Da Fu’nun neden kalkmadığını merak ediyordu.
Da Fu bir süreliğine hiç kıpırdamadı, ölü gibi kaskatı durdu.
Kafasına uçarak düşen kedi ise önce korkup uzaklaşmış ardından uzunca bir süre hareket etmediğini fark ettiğinde Da Fu’yu kontrol etmek istemişti. Ama yaklaştığı gibi, Da Fu kararmış yüzü ve öfkeyle parlayan iki parlak göz küresiyle bir canavar gibi doğruldu ve kediyi saniyesinde yakaladı!!!
Öfkeyle gürledi!
“BENİ RAHAT BIRAKMANI SÖYLEMİŞTİM!”
“…”
“ANLAMIYOR GİBİ BAKIYORSUN HA!? TÜM SIRRINI ÖĞRENDİM, BENİ KANDIRAMAZSIN!”
Jian Yi, bu sahne karşısında karnına kramp girene kadar titremeye devam etti! Onun bu agresif ve sevimli görünen halini hiçbir zaman görmemişti! Küçüklüğünde bile soğuk duruşunu bozduğu bir zamanı, hatırlamıyordu!
Kedi, boynundaki deriden yakalandığı için hareketsiz ve masum bir şekilde durdu. Uzun kuyruğu yukarı doğru kıvrılmıştı. Dört bacağı da sopa gibi dümdüz öne çıktı.
Da Fu, darmadağındı. Saçları hafifçe dağılmıştı. Üzerinde ince ipek bir kumaştan başka bir şey yoktu ve o da kargaşanın etkisiyle dağınıktı. Ayakları bile çıplaktı ve giysinin altından kolayca fark ediliyordu. Yakası, beyaz göğsünü ortaya serecek kadar açılmış ve bollaşmıştı.
Gözlerini kısarak; “Uyurken, rahatsız etme demiştim…”
“…”
“Beni anladıysan hiçbir şey söyleme.”
“?”
“Şimdi bırakacağım. Ama tekrarlarsan seni haşlarım!”
“…Meow.”
“Aferin.”
Eğildi, saçları su gibi yüzünün önüne düştü. ve nazikçe kediyi yere bıraktı. Yüzünde sabrettiğini gösteren bir ifade vardı. Kaşları hafifçe çatılı olsa da çok sert görünmüyordu.
Jian Yi, Da Fu’nun porselen görüntüsünün geri geldiğini fark ettiğinde gözleri istemsizce büyüdü. O hastalıklı ve yıpranmış yüz ve şimdi ki beyaz güneşten yapılma adamın arasında dağlar kadar fark vardı.
Bu uzaklıktan bile, verandaya vuran güneş ışıklarının içinde sağlıklı görünüyordu. Gözleri de kahverengi iki küçük nokta gibi parlıyordu.
Kedi yere bırakıldığı zaman, özür diliyormuş gibi Da Fu’ya doğru dönüp baktı. Gözleri kocamandı. Yeşim yeşili gözleri, verandaya vuran güneş ışığıyla birlikte parıl parıl parlarken, Da Fu’nun sert yüz ifadesi direniyordu.
Kaşlarından biri hafifçe seyirdi.
Ama sonra, bilmese bile gözleri hafiften yumuşak bir şefkat ile bakıyordu. İnce eli, kol yeninin arasından çıktı ve tereddütle uzandı. Hareketi yavaş ve nazikti. Ve kedinin boynundaki kalın deri tabakasına parmak uçlarıyla dokundu.
Kedi anında gözlerini kısmış sevgi gösterisinin devam etmesi için uslu uslu bekliyordu. Bir kedi bile Da Fu’nun nadir şefkatiyle karşılaştığında, dokunuşların değerli olduğunu anlayabiliyordu!
Da Fu’nun ince kirpikleri alçaldı ve elini biraz daha bastırdı. Hafiften okşamaya başlamıştı.
Kedinin temiz tüyleri ipek gibi yumuşaktı ve uzundu. Da Fu, parmaklarının arasına ve ucuna değen yumuşaklığın verdiği hisle hafifçe gıdıklanıyordu. Chuo Chuo’nın tüyleri gibi yumuşak ve sağlıklıydı. Ama Chuo Chuo’dan küçük bir hayvanın da böyle yumuşak olduğunu düşünmemişti. Sonuçta biri Altın imparatordu. Tüylerinin kusursuzluğu, gözlerindeki asil gücün asil şehvetle yansıması normaldi. Ve diğeri ise basit bir kedi.
Okşamaları dikkatli ve yumuşaktı… Ya da sadece tereddüt ediyordu. Bir eli dizinin üzerindeydi, uzun saçları omuzlarından sarkmış, dizlerinin üzerinden dökülüyordu. Jian Yi, o sert ifadenin nasıl da yavaş yavaş, şefkat ve affedici bir hale büründüğünü anlayamadı. Donup kaldı.
Gözlerinin önündeki sahne, gerçek dışı olmalıydı!
Da Fu’nun üzerinde ne soğuk ve keskin zırhı vardı, ne de herkesin korkup kaçtığı deli yaratık derisi. Bu görüntü cennettendi, başka açıklaması yok! Düşündü: Gördüklerinden sonra, ona nasıl kötü gözle bakabilirdi!? Bunun için akılsız olmalıydı! Bütün bu dolduruşlara gelecek kadar saf mıydı? Da Fu hala eski olandı!
Sert gözlerin arkasında şefkat yatar, ve düz duygusuz dudakların ardında ise büyülü bir gülümseme. Cennete yükselmek ne kadar zorsa, Da Fu’nun gerçekliği de bir o kadar zordu. Göğü delen yedi kat öfkesi, ve güçlü duruşuyla hiçbir el ona uzanamazdı.
Sessizliğin hüküm sürdüğü vadiler en çetrefilli olanlardı. Dik yamaçlar, iflah olmaz keskin kayalar ve deli gibi esen rüzgar ile yolun sonunu asla getirilemez. Uçurumdan aşağı yuvarlanmayı göze alamayanların kemik ve kalıntılarıyla yüzleşmek gerekir.
Aynı şekilde Da Fu, keşfedilmemiş muhteşem bir manzaraydı. Tehlikeliydi, yaşattığı korku direnci kırıp durdurabilir ve en küçük tereddüt kurulan tüm temelleri yerle bir ederdi.
En tepedeki en umursamaz olandır. Kendinizden bin parça verseniz bile gözlerini sizden tarafa çevirmeyen katı görünümlü ruhsuz bir adam. Ya da tam tersi, uzaklardan öyle görünen bir siluet idi.
Soğuk kış gibi güçlü, bir kar tanesi kadar narindi. Heybetli ve meydan okuyan duruşunun altında kim bilir nasıl yalnız ve sessizdi!
Hayır hayır hayır!!
Kedi aniden döndü. Bir şey fark etmiş gibi hızla koşmaya başladı!
Da Fu şaşırmış ve elini birden geriye çekmişti.
Yavaşça doğruldu, dudakları hafifçe aralıktı ve gözleri merakla kediyi takip ediyordu.
Gidebileceğini söylememiş olmasına rağmen koşarak uzaklaşıyordu!
Çalının önünde durduğunda, Da Fu kaşlarını kaldırıp serbest bıraktı. Sakin bakışlarıyla kedinin durduğu yeri inceledi.
Bir elini belinin arkasına koymuştu. Ve bu hareketiyle kıyafetinin yakaları iyice aralandı. Hiç umursamadan öylece orada dikilip etrafı kontrol ediyordu!
Jian Yi’nin kalbi heyecanla atmaya başlamıştı! Böyle bulunacağını nasıl bilebilirdi ki? Şimdi ayağa kalkarsa en azından bir rezilliği açıklayabilirdi. Ama korkuyla olduğu yerde durmaya devam ederken, Da Fu’nun meraklanacağını hiç düşünmemişti!
Da Fu, aceleci olmayan adımlarla kedinin yanına kadar geldi. Hareketliliği sezince, kaplan da başını kaldırmış o tarafa bakıyordu.
“Hui.”
Duru ve güzel ses o kadar yakından gelince, boğazının kuruduğunu hissetti. Bazen kulaklarına dolan bu sesin gerçeğini, bu kadar yakından duyacağını tahmin bile edemezdi.
Karşıdan esen rüzgarın hediyesi, Da Fu’nun evcilleştirilemez sandal ağacı ile bilmediği yumuşak kokusuydu. Bunca etken varken ayaklarında kalkacak gücün bulunmadığını hissediyordu!
Jian Yi biraz bekleyip gideceğini düşünmüştü. Kını teslim etmeyi elbette ki istemişti, ama kendini bunu yapacak kadar cesaretlendirmemişti bile!
Kaplanı görünce üzülmüş, kını teslim edemeyeceğini anında kabul etmiş, ve bir de Da Fu’yu suçlamış, ardından bulunmuştu!
Bu kedi olmasaydı asla yakalanmaz, geldiği gibi giderdi!
Ahmak, ahmak kedi!
Çalılık hışırdayınca, Da Fu kaşlarını çatarak bakışlarını kaldırdı ve kediye doğru “Uzaklaş.” dedi.
Bir tehlike bekliyordu. Ama hışırdayan çalıların arasından Jian Yi’nin kızarmış yüzü çıkınca, dalgasız denizi andıran sakin gözleri anında titredi! Gözleri yavaşça büyüdü ve birkaç adım geri gitti. Arkasına attığı el, yavaşça bedeninin yan tarafına düşmüştü.
Bir anda çıkan yüz, nefesini kesmişti! Sadece kediye zarar verecek bir hayvan olduğunu düşünmüştü, sonuçta Hui bela bulmak konusunda uzmandı!
Jian Yi, utançla gözlerini kaçırsa da üzerine dikilen bakışların ne denli sert olduğunu hissedebiliyordu.
Kısa bir sessizliğin ardından Da Fu, karanlık ve bin iblisin öfkesini barındıran sesle “Burada ne arıyorsun?” dedi.
Jian Yi yavaşça doğrulurken o, gözlerini bir an bile kırpmadı. Bakışları Jian Yi’nin yüzüne bir delik açacak kadar odaklanmıştı! Genç adam dik bir şekilde çalıların arasından çıktığı zaman kafasını hafifçe arkaya doğru eğip bakmaya devam etti.
Jian Yi boğuk bir ses ile;”Rahatsız etmek istememiştim..” Boynu eğikti. Gözlerini bir an bile kaldırmadı.
“Ama ettin.”
Da Fu’nun iki eli de bedeninin iki yanında, yumruk biçiminde sıkılıydı. Chuo Chuo, Da Fu’nun öfkeli halesini fark ettiğinde anında gözlerini açtı. Parlak sarı gözler öfke ve kan görme arzusuyla koyulaştı. Yavaşça doğruldu.
Da Fu ise arkasındaki hareketliliği fark ettiği gibi, omzunun üzerinden kısa bir bakış atıp kaplanı yerine mıhladı.
Jian Yi, nasıl başlayacağını bilemiyordu. kalbinin rahatsız vuruşları göğüs kafesini delecek kuvvetteydi.
Titreyen elleri önünde birleşmiş, parmaklarını iç içe geçirmişti. Ve ne olduğunu anlamadan kendini farklı bir durumun içinde buldu.
“Yaşanan şeyler için gerçekten çok özür dilerim. Bunu istememiştim. Ne olduğunu bile anlamadan sürükleniyordum…” dedi.
Özür dilemek istediği doğruydu. Ama şimdi ne yeri ne de zamanıydı. Bunu bilmesine rağmen ağzını açtığı gibi, zayıf karakterli gibi konuştu.
Sesi suçlu birinin kabahatini bilmesi gibi, hafif dargınlıkla çevrelenmiş bir utangaçlık taşıyordu! Ona kesinlikle yalvarmak istememişti, ama şimdi..!! Sadece devam etmek zorundaydı! Onunla anlaşamayacağını bildiği bir konu üzerinde diretecekti! Hem de karakterine uygun olmayan bir biçimde. Ve Yine!
“Değersiz bir özür için mi geldin?” diyerek alay etti Da Fu. Gözlerinin kenarı öfkeden kızarmıştı ama bakışları aşağılıyordu.
“Dersini aldın sanıyordum, gerçekten aklın yokmuş.”
Jian Yi başını daha da eğdi. Sadece dürüst olmak için çabaladı. “Hayır, lütfen… Öyle söyleme. Bir aydır bu olay üzerinde düşündüğümü sanıyordum. Ama yanıldım. Sadece kaçıyordum. Hatamı biliyorum, ve senin için önemsiz iki sözcükten ibaret olsa da ben, bunu kalbimden söküp sana veriyorum…Shen Xingyun.”
Da Fu, irkildi. Bir insanın korkusuzca adını söyleyebilmesi cesaret isterdi. Karşısında dikilen genç adam ise bunun bir önemi yokmuş gibi gözlerine bakarak, derin ve acı dolu bir ses tonuyla söyledi. Ve bir hiçmiş gibi tüm o utanç verici cümleleri de dile getirmişti!
Konuşurken düşünseydi asla bu kadar soruna neden olmazdı!
Da Fu anında kendini toparladı.
“Hatalıydım, kalbini kırdım. Ne olduğunu bile anlamadan sana acımasızca davranarak ilgini alabileceğimi sanmıştım. Yanıldım, o gün neden öyle fevri davrandım bilmiyorum. Ben… Asla böyle kirli oyunlar oynamazdım. Bir sürü insan tanıdım, kötü ve acımasız bir sürü insan ile aynı masaya oturmak zorunda kaldığımda bile bu kadar acımasız değildim.”
“Kötünün de kötüsüyüm.”
Jian Yi bunu ima etmek istememişti. Sözleri duyduğu gibi başını kaldırdı. Büyük badem gözleri, çaresizlik ve üzüntü doluydu.
” Bu yüzden çek git. Özrün benim için bir anlam ifade etmiyor.” Da Fu, bakışlarını indirdi. Ve gitmeye yelteniyordu ki Jian Yi’nin büyük elleri tarafından sıkıca tutuldu.
Bileklerini kavrayan parmakların sıcaklığı, yeşimden beyaz teninin soğukluğuna karışırken hiddetle döndü;” Daha ne istiyorsun! Seni affedebilecek kadar yüce gönüllü değilim. Bir aziz değilim, ne de kininden arınmış bir insanım. Otuz gün önce, senden ne kadar nefret ettiysem, şimdi de aynı. Zerresine kadar nefret ediyorum!”
Jian Yi çaresizce öne doğru bir adım attığı zaman, Chuo Chuo öfkeyle kükredi! Ancak genç adam irkilerek gözlerini kapatmış olsa da geri adım atmamak konusunda ısrarcıydı.
“…”
Boğazındaki dikenli yumru adeta boğazının iç çeperini kesiyordu. “Sana bir şey getirdim.”
En sonunda buraya gelmesinin asıl amacını fark etmişti.
“İstemiyorum!”
Da Fu öfkeyle silkinip Jian Yi’nin elinden kurtuldu.
Sınırları olmayan bu aptal insandan nefret ediyordu! İstediği zaman vücuduna dokunabilecek kadar cürretkardı! Parmaklarının her birini acıyla kopartmalıydı ki denginin ne olduğunu bilsin!
Jue Chang’ı çağırmak üzereydi ki, genç adam dağ gibi yıkılıp dizlerinin üzerine düştü. Bakışları hala Da Fu’nun üzerindeydi. Acı çekiyormuş gibi titrediler.
Parlak siyah gözleri, küçük yıldızlar eşliğinde bakmaya devam ediyordu. Kaşları hafifçe çatıldı. Söylediği her şey zoruna gitmiş gibi dudaklarını hüzünle ve çaresizce birbirine bastırırken, beline tutturduğu kını çıkardı. Ve iki eliyle, saygıyla uzattı.
” Gelmek istememiştim. Yemin ederim ki… Benden hoşlanmadığını biliyorum. Ama birden-Onu geri götüreceğim dedim-”
“…”
“Bana inanmamanı anlayabilirim, ama gözlerime bakarsan yalan söyleyip söylemediğimi anlarsın. Yalan söylemem. Hele ki sana-”
“Jue Chang’ın kını.”
Jian Yi, sessizleşti. Da Fu’nun devam etmesini bekledi. Bir süre sonra Da Fu, sessizleşen gencin bedenine tepeden bakarken, aynen sordu:” Nerede buldun?” Soğuk ve kayıtsız ses tonu Jian Yi’nin kalbine bıçak gibi saplanmıştı. Beklediği tepki olmasına rağmen kalbini söküp alıyor gibiydi. Titreyen bedenini kontrol ederek yutkundu.
“Bir handa buldum.” Dedi boğuk bir sesle.
Aralarında esen rüzgar, sonbaharın değilmiş gibi bu sefer zarar vermeden, yavaşça geçip gitti. Rüzgar ikisinin de saçlarını hafifçe hareketlendirdi. Sararan çimenlerin ve yaprakların küçük hışırdama şarkısı ikisinin de kulaklarını dolduruyordu.
Sessizlik işkence gibiydi. Jian Yi, Da Fu’nun ne düşündüğünü bilmiyor, neden sustuğunu anlamıyordu.
Gerçekten iyilik yapması o kadar tuhaf bir şey miydi? O, her zaman aklı başında olgun biriydi. Herkese karşı iyiydi. Ama Da Fu’nun sessizliği onun canını acıttığını söylüyordu.
“Seni bu kadar üzebileceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi. Yol boyunca konuşacaklarımızı düşünüp durmuştum. Beni kabul etmeyeceğin bir an bile aklıma gelmedi. Ve… arkadaşlığımı reddedince… neden öyle davrandım bilmiyorum.”
“Tamam. Uzatmaya gerek yok.”
Da Fu isteksizce Jue Chang’ın kınına uzandı. Gözlerinden hafif bir şaşkınlık parıltısı geçti ama çok geçmeden gözden kayboldu.
“Artık git.” dedi sessizce Da Fu.
Jian Yi, her iki yaşamda da kendisini görmeyi reddeden birinden af dilemenin bir anlamı olmayacağını hissetti. Son sözler, duygusuz ve yorgun çıktı. “Bunun bir çaresi yok” ve daha çok “pes et” gibi.
Da Fu, çoktan arkasını dönmüştü.
Yürürken üst bedenine çarpan rüzgarı engellemek için iki yakasını tutup ilerledi. Arkasından savrulan kumaş, saçları gibi, akıyor ve kıvrılıyordu.
Jian Yi’nin bu hayatta tek bir pişmanlığı olmuştu. Ve bu pişmanlığın ağırlığı, yıllar boyunca ruhunu dağladı.
Şimdiki ise, yüzünde keskin bir suskunluğu ve ruhunun dokunduğu her bir santimini yakıp geçiyordu.
Bu pişmanlık, birincisi kadar ağır ve acı doluydu.
Da Fu verandanın küçük merdivenlerini hızla aştı, sert bakışları anında büyük kaplanın ayaklanıp içeriye girmesine sebep olmuştu. Ardından uzaklarda duran kedi de fırlayıp içeriye girdi. Da Fu, yüzünü Jian Yi tarafına bir defa bile dönmeden içeriye girip kapıyı sertçe kapattı. Öyle sert vurmuştu ki, Pencereleri kapatan paravanlar sarsıldı.
Jian Yi, fırtınalı bir deniz gibi çalkalandığını ve köpürdüğünü hissetti. Ama bu duygu öfkeden çok hayal kırıklığı ve çaresizlikle doluydu. Orada öylece yığılıyken, gözleri boş bakıyordu. Yüzü hafifçe yukarıya, daha demin Da Fu’nun ona baktığı kısıma dönüktü. Avuçları kucağında, gökyüzüne dönük bir biçimde durmuştu.
Jian Yi düşünüyordu: İkisinin arasındaki uçurum hiçbir zaman kapanmayacaktı. Hiçbir zaman yakınlaşmayacak, hiçbir zaman bir defa olsun birbirleri gibi davranamayacaklardı.
Sanki bütün gücü yok olmuştu. Orada öylece dururken, burnunun ucuna ilişmiş olan sandal ağacı kokusu yavaşça soldu. Avuçları, dizlerini tuttu. Beyaz kumaşı dayanma gücü arıyor gibi sıkı tuttu. Güzün rüzgarı Jian Yi’nin kasvetli suretini hafifçe okşarken, yamalı kahverengi pelerin hafifçe uçuştu.
“Doğrusunu söylemek gerekirse; bu gelişimde ve diğerinde, buraya aitmiş gibi hissediyorum. Ve bir o kadar da değilmiş gibi.” gözleri zonklayan parmaklarına indi.
” Her iki gelişimde de gelen bendim, ama bir nedenden ötürü değildim de. Buradayken kendimi tanıyamıyorum.” Küçük fısıltısı zorlukla dudaklarının arasından çıktı.
Düşündü; Da Fu’nun dengesizliği, bulaşıcı bir hastalık olmalıydı ki, Jian Yi’nin aşırı hareketlerinin bir anlamı olsun.
Ama öyle değildi!
İlk gelişinde uysaldı ve tamamıyla kendiydi. Fakat sabah olan kavgada, söylediği her cümle zehir gibiydi. Bütün bu karmaşa bir yılan gibi Da Fu’yu sıkıştırmak ve onu zehirlemek için söylenmiş sözlerden ibaretti. Jian Yi, asla zor durumlarda başkalarını kışkırtmazdı. Asla bu kadar inatçı davranmazdı, ve yine de istediğini elde ederdi. O asla başkasının eşyalarını çalmazdı, ya da kendini kanıtlamak zorunda kalmamıştı. Ya da kanıtlamak için inatlaşmadı! Asla birine yalvarmadı.
Küçüklüğünden beri gururluydu. Özür dilemek, özür sözcükleri için dilini döndürmek oldukça zordu. Ne yapacağını bilemezdi. Özür dilemeyi bir türlü başaramazdı. Sadece konuşmayı başka tarafa çeker ve büyük masum gözlerle, hatasını bilen bir tavırla mindere oturup özür dilemesini isteyen kişileri tek tek dinleyip masum masum bakardı.
Geceyi ve yıldızları taşıyan iki kara göz küresi endişeli ve bir yandan üzgün olduğunu göstermekten kaçınırdı.
Baba ise, Jian Yi’nin bir süre boyunca bu şekilde devam etmesine izin verdi. Ve aklı büyüyünce bunları konuşmanın zamanı geldiğini düşündü; beş yaşındaydı.
Babasının ağır ve otorite dolu sesini, sert savaşçı gözlerinin hafifçe yumuşamasını, ve ince dudakların yavaşça kıvrılışını hatırlıyordu: ” Yerde ve gökte, bu ve öteki dünyada en kolay olan; kırmaktır. Aynı zamanda cennetleri aşan yüce bir ruh olsan bile yapamayacağın şeyler vardır. Bu, kırılan bir kalbi onarmaktır. Sevgi bazen nefrete ve nefret kaosa sürükler. Sen bağırırken, kalbinin acıdığını hissediyor musun Hehuan Hua?*”
-Burada bir kelime oyunu var, jian yi’nin samimiyet ismi Huan yanına Hua getirilince mimoza ağacının çiçeğine verilen isim oluyor. Çin Tıbbında, duygusal dengesizlikten muzdarip insanları tedavi etmek için bu ağacın çiçeğini ve kabuğunu tıbbi olarak kullanılır, ruhu sakinleştirmek için kullanılır. Buradaki tesadüfe bakın ki Shen Xingyun duygusal açıdan çok dengesiz :D-
“Ve ayrıca, kötü kelimelerin nasıl da dilini yaktığını, boğazını aşıp ağzından dökülen her bir kelimenin nasıl zehirli olduğunu da hissediyorsun. Bu demektir ki, iyi bir çocuksun. Ama öfkenin seni ele geçirmesine izin vermek sadece zayıflıktır. Benim oğlum en güçlüsü ve en cesuru. Benim oğlum doğruyu dinleyecek kadar erdemli ve sabırlı olacaktır. Benim oğlum en güzeli ve en akıllısı.”
Böylece Jian Yi, o zamanlarda pek anlamadığı kelimelerin değerlerini bilmeden ruhunda taşımaya başlamıştı.
“Cennetleri aşan yüce bir ruh olsan bile yapamayacağın şeyler vardır…” kendi kendine tekrar etti. Gözleri yavaşça kapanırken, başı önüne düştü.
Ne dönebilir, ne de kalabilirdi.
Bütün ilmekler yıllar önce örüldü. Jian Yi, yalnız kaldı.
Gidebileceği hiçbir yer yoktu. Ne ailesi ne de geçmişinden gerçek bir parça. Sığınacak bir yer bulmak o kadar yorucuydu ki, Jian Yi’nin zoruna gitti.
Kalbi her zaman endişeyle çarpıyordu. Ama annesinin sıcak kollarında güvendeydi. Ve bir de Da Fu”nun yanındayken aynı his ile uyuşurdu.
Şimdi bunların hiçbirini yapamazdı.
Bir annesi yoktu, ve sığınacak bir kahramanı da.
Direnmek zorluydu. Ahenkle süzülen bulutların aksine, insanların hayatlarından öylece süzülüp gidemezdiniz. Buharlaşamaz ya da dağılamazsınız. Sadece orada var olmaya devam edersiniz. Geçmişinde, belki küçük bir sahnesinde; donmuş bir karenin arkasında küçük bir siluet olarak… Ama bu bir şeyi değiştirmez, sadece geçmişte var olmaya devam ettiğinizi kanıtlar.
Ama şimdi, Da Fu ona gitmesini söylemişti. Düşündüklerinin her birini reddetmek zorundaydı. * geçmişte var olmak kısmından bahsediyor.*
Da Fu, Jian Yi’ye ‘geçmişiyle ilgilenmediğini’ söylemişti. Da Fu ona ‘Gitmesini’ söylemişti. Ona ‘ne ölü ne diri, asla karşılaşmayacağız,’ dedi. Ve şimdi ‘ gitmesini’ söylemişti.
Gitmek sahiden bu kadar kolay olsaydı bir dakika durmazdı!
Onu görmüyor muydu? Bu olaylarda sadece Da Fu mu yaralanmıştı? Peki ya Jian Yi?
Onca ağır söz ve aşağılamadan sonra öfkelendiyse ne olmuş yani? Onu ölüme göndermek zorunda mıydı?
Ah!! Ama bunların hepsi Jian Yi’nin suçuydu!
Ağır söz ve aşağılanmalara katlanmayıp gidebilirdi, ama Da Fu’yu değiştirebileceğini düşündü. Ona görmezden geldiği kalbini gösterebilirdi, ya da en azından ona daha nazik davranmasını öğretebilirdi! Ama bütün planlar, daha başta hatalıydı!
Da Fu, ne zaman kendi kalbine bakmak için gözlerini açtı? Ve ne zaman kalbindeki yaranın zehirli bir yılan gibi bütün vücuduna yayıldığını görmeyi istedi ki?
O gözlerini kapattı ve öylece bekledi. Bilmese bile, parçalanıyordu. Kum tanecikleri gibi ufalanıyordu, ama gözlerini açmayı kesinkes reddetti, ve söyleyenleri de uzaklaştırdı. Görmek isteyen gözlerini açabilir, sen sadece yolu gösterirsin, isteyip istememek ona kalmış. Ve Da Fu istememişti.
O gün sadece LianHua’ya gitseydi, ve yedi gün sonra dönseydi ne olurdu ki?
“hugh,” küçük kesik bir nefes verdikten sonra bakışlarını kaldırıp uzakta kalan kulübeye doğru özlemle baktı. Hayal kırıklığının verdiği yorgunlukla istilaya uğramıştı. Şakakları zonkluyordu. Ve sersemlemişti.
Kalkmak istemedi.
Sonbahar olunca, soğuktan donan ağustos böceklerinin küçük çığlıkları yerine, rüzgar ve ağaçların saf şarkısı eşlik etti genç adama. Pelerini bazen sert, bazen de yumuşak vuruşlarla arkasında savrulurken, ve gün yüzünü yavaşça örterken sessizce beklemeye başladı.
Karanlık çöktü, soğuk da eş zamanlı olarak arttı, ve giysileri hiçbir işe yaramadı. Genzi yakan kuru bir soğuk vardı. Rüzgar bıçak gibi esti. Her yelin çarpışında yüzü yandı. Burnu kızardı ve elleri uyuştu.
Dağların uğultusu, güney söğütte her dakika dolaştı. Kuru yapraklar bilinçsizce oradan oraya sürükleniyor, etrafında dönüyor ve bilinmeyen bir yöne doğru savrulurken, çatlıyorlardı.
Jian Yi’nin soğukla sulanmış gözleri, uzun zaman aynı yerde oyalandı. Titrememesi için birbirine geçirdiği dişlerini bastırmaya devam ederken, Da Fu’nun sertçe kapattığı kapıya bakıyordu.
Öfkeyle yapılan hareket, birçok şey ifade edebilir: Ondan kaçtığını, onu reddettiğini, ona güvenmeyerek duvarların dışında tuttuğunu… Da Fu, çok… çok inatçıydı, kinle doluydu ve öfkeliydi.
Bir yanı pes etmek istedi. Ama kalbinin hükmettiği diğer taraf ise buna şiddetle karşı çıkıyordu. Ayağa kalkmamak için diretiyordu.
Böyle geçen uzun zaman sonra her yer zifiri karanlığa büründü. Da Fu, ne fenerlerini yaktı, ne de ısınmak için herhangi bir şey yaptı. Kulübesi geceyle bir bütündü. Gökteki ay kadar doğal ve kaybolmaya alışıktı.
Verandanın tahtaları soğukla çatırdadı. Genç adama eşlik eden rüzgar çanı, yıldızsız gece ile birleşince korkutucu oldu.
Böyle ruhsuzca soğukta bekleyen genç adam ise, arkasını verdiği çalıların hala geçit ormanına ait olduğunu bilmiyor gibi orada oturmaya devam etti.
Kalkıp ilerlemek istedi. Ama rüyalarının korkusu arkasında bekliyordu. İstemsizce kalbi çarptı. Kaşları inatla hafifçe çatıldı. Ve yüzünü önüne eğerek beklemeye devam etti.
Rüzgar yüzüne çarpıp arkasına doğru yol alırken, küçük sıcak bir alan yaratmak imkansızdı. Ve zaman geçtikçe korkusuyla inatlaşmaya kalmadan, görüntülerin bulanıklaştığını fark etti. İnce bir sıvı, filtrumuna doğru yol alırken, pelerinin içinde saklanan ellerinden birini çıkarıp parmaklarının ucuyla ne olduğuna baktı. Koyu kan, parmaklarına bulaşmıştı.
Soğuk, burun sinirlerine zarar vermiş olmalıydı. Burnunu sildikten sonra kendini yere bırakıp iyice küçüldü. Soğukta titremektense uyumayı deneyebileceğini düşündü, gözlerini kapattı.