Fei Xiao anlayışlı ses tonuyla Da Fu’nun yanına geldiğinde biraz sustu. Da Fu’nun iyi düşünmesini sağlayacak küçük bir sessizlik yarattı.
Ardından tereddütle gülümseyip bekledi. Da Fu, ona doğru baktığı zaman boynunu öne uzatarak sessizce konuştu: “Uzun zamandır savunmasız bir şekilde buraya gelmediğiniz için tedirgin hissetmiş olmalısınız. Eminim ki sizi fark etmeyeceklerdir.”
Da Fu sinirle gözlerini kaçırdığında, Fei Xiao birkaç adım geri gidip bir şey arıyormuş gibi arkasını döndü.
Jian Yi’nin sabırla beklediğini fark etti. Meraklı bir köpek gibi kuyruğunu yukarı dikmiş, boynunu yukarıya uzatmıştı. Gülümsemesi genişledi, Jian Yi’ye bir işaret yaptı: “Jian-Xiong! Bizi bekliyorsunuz sanırım…”
Sesle birlikte Da Fu hafifçe kıpırdandı.
Jian Yi anında birkaç metre gelmişti. Başını salladı, gözleri keskin bir şekilde onların üzerinde duruyordu. Fei Xiao, Jian Yi’nin yardımsever olduğunu anlayınca, rahatlayıp tekrar Da Fu’ya doğru döndü. Jian Yi iyice yakına geldi.
“Efendim, ben sizin bir tarafınızda olacağım ve Jian-Xiong diğer tarafınızda. Böylece endişeleneceğiniz bir durum ortaya çıkmayacaktır. Biraz kısa olsam da sizi saklayacağıma eminim.”
Da Fu sessizleşti. Artıları ve eksilerini değerlendiriyordu.
Jian Yi, de merakla Da Fu’ya bakıyordu.
Yelpazeyi gözlerinin yarısına kadar çekmişti. Böylece düşünürken, aşağı bakan göz bebekleri hiç gözükmüyor, sadece gergin göz kapakları fark ediliyordu.
Uzun bir sessizliğin ardından, yüzünü hafifçe ortaya çıkardı. “Mn. ”
Jian Yi, inanamayarak gözlerini birkaç defa kırpıştırmıştı.
Gerçekten söylenen savaş tanrısı, kibir heykeli ve onca takılmış kötü lakapla anılan bu adam, kalabalıktan rahatsızlık duyuyor ve bir adım atmaktan çekiniyordu! Gizlenerek gelmek önceliğiydi ve nefretini göz ardı edip, Jian Yi’yi bile kabul etmişti. Sonuçta, dün yaklaşmaması için ihtar veren yine Da Fu’ydu ve şimdi…
Doğrusu, Güneyin söğüt efendisinin nasıl böyle tereddüt ettiğini anlayamamıştı. Yenilmez, gücüyle istediği herkese diz çöktüren bir adamdı. Ne hikmetse nefret duyan insanların ağzı, korkularına rağmen hiçbir zaman büzülmemişti. Onları hiç susturmamış ya da susturmak istememiş gibiydi. Fark edilmese bile kendisini her zaman geride tutmayı amaçlıyordu. Yine de sert mizacı, esnemeyen karakteri bazı zamanlar ona köstek oluyordu…
Bunun dışında, eğer söylendiği gibi bir iblis, bir canavar, kötü bir yıkım tanrısı olsaydı bunları konuşacak cesareti bulamazlardı!
Tekrar yürümeye başladığında, Jian Yi dümdüz önüne bakıyordu. Yakınında duran bedenin enerjisini hissetmek ona iyi gelmişti. Tanıdık sandal ağacı kokusu da, yine burnunu gıdıklıyordu.
Yürüdükleri süre boyunca hiçbir şey konuşmamışlardı. Pazar alanına yaklaştıklarında ise her ikisi de Da Fu’nun tedirginliği hissedebilmişti.
Çok kalabalık ve gürültülüydü. Balık kokusu eşliğinde bir sürü meyve ve sebze satılıyordu. Kırmızı pazar örtüleri, rüzgarın şiddetine bağlı olarak inip kalkıyor ve titriyordu. Açık alandan yürüyorlardı. Yine de insanlar dikkatsizdi ve her seferinde birine çarpıyorlardı.
İçlere doğru ilerlediklerinde dar alanda birbirlerine daha çok yaklaşmak zorunda kalmışlardı. İnsanlar, nehirdeki tek damla su gibiydi, uğultu ve kalabalık hareketli ve yorucuydu. Jian Yi, Da Fu’nun bu durumdan rahatsız olduğunu bir bakışta anlayabilmişti.
Da Fu’nun memnuniyetsizce “Çok kalabalık.” dediğini duyduğunda, ise kesinlikle ona hak verdi. Omzuna çarpan insanlar gerçekten sinir bozucuydu. Ve görev Da Fu’yu memnun etmekti bu yüzden daha da ciddi olduğu için hafiften kaşlarını çatmaya başlamıştı.
Neyse ki, Fei Xiao’da işini iyi yapıyordu ve küçük aksilikler dışında Da Fu’yu hem insanlardan hem de temaslardan uzak tutabilmişti.
“Ah, özür dilerim efendim.”
Jian Yi, kendisine masumca bakan güzel kadına doğru döndü. Ancak kadın titreyerek başını indirdi. Jian Yi hala kaşlarını çattığının farkında değildi bu yüzden “Sorun değil, dikkat et.” dediğinde kadın gereğince Jian Yi’nin yolundan çekildi.
Kısa süre sonra, pazar alanından çıktıklarında, Fei Xiao ile birlikte Jian Yi de yorgun hissetmişti. Bütün bağırışlar ve Da Fu’nun fark edilmemesini sağlamak… Doğrusunu söylemek gerekirse Jian Yi, birinin Da Fu’yu tanıyacağını hiçbir şekilde düşünmemişti: Her zamanki gibi gereksiz endişeli ve pimpirikliydi. Yine de işini savsaklamadan yaptı ve Da Fu’yu, uzun bedeniyle iyice korudu.
Fei Xiao, pazardan uzak bir yerde biraz dinlemeyi teklif ettiğinde Da Fu bunu hemencecik onaylamıştı. Görüldüğü üzere o da yorulmuştu.
Fei Xiao, rahat bir nefes vererek yorgun bir gülümsemeyle elini kalbinin üzerine koyup gözlerini kapattı. “Burasını daha önce hiç böyle görmemiştim.” diye mırıldandı. Yorgun ama hayran görünüyordu.
Jian Yi kafasını salladı, bir şey söylemek istemedi. Sonuçta bir ay boyunca buradaydı ve buranın her halini görmüştü.
Lianhua’nın iç kısımlarında yine sebze ve meyve satan birkaç yer vardı ve bir de bir sürü dükkan. Orada çalışmasına rağmen sık sık burayı ziyaret etmişti. İhtiyarla birlikte gerektiği zaman buraya uzak kalan kısımlar için sebze satın alıp orada satarlardı.
Sadece, Da Fu’yu kontrol etme gereği hissetti. Dürtüsü baskındı, sesi soluğu çıkmamıştı. Bu yüzden çaktırmadan baktığı zaman, yelpazenin arkasında saklanan suratın nasıl da solgun durduğunu fark etmesi zaman almamıştı.
Jian Yi, Da Fu’nun neden ürkek olduğunu anlamıyordu. Eğer, Fei Xiao’nun dediği gibi sadece savunmasız olduğundan kaynaklanıyorsa… Ancak Jue Chang buradaydı.
Da Fu’nun, yüzünün görünmesinden korkmasının bir sebebi olduğunu düşündü. Sonuçta gelen bir iblis de olsa korkanlar ondan uzaklaşabilirdi ve bu da Da Fu için bir sorun gibi görünmüyordu. Bir ay önce olanlardan sonra bir daha rahatsız edildiğini sanmıyordu. Öyleyse o gerginlikten sonra mı gizlenme gereği duymuştu yoksa önceden beri buraya inerken gizlenme gereği mi duyuyordu? Jian Yi, düşünceleriyle bir yere varamadı. Ölümsüzün her şekilde rahatsız ve yorgun olduğu belliydi.
Bakışlarını Da Fu’dan çektiği zaman kendilerine doğru ilerleyen dikkat çekici iki insanı fark etti. Uzaktan gelen, biri uzun ve diğeri de kısa iki siluet, arkalarına batan güneşi alarak ilerliyorlardı. Gerçek birer gölge gibi görünüyorlardı. Jian Yi, fark ettiğinde doğrulup Mu Yang ve Ah Guo olduklarını doğruladı.
Yetiştiklerinde Ah Guo’nun elinde güzel bir kılıç balığı olduğunu gördüler. Büyük ve ağır gözüküyordu ve iyi bakılmış gibiydi.
“Mu Yang yemek yemek için güzel bir yer bildiğini söyledi. Bunu mutfağa vermeyi düşündüm. A-Xiao, uzun zamandır kılıç balığı yememiştin, bu yüzden hoşuna gideceğini düşündüm.”
Fei Xiao, kapalı gözlerini araladı ve sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi.
“Gerçekten de, canım bugün biraz balık istemişti.”
Mu Yang, durgun ve soğuktu, “Geç olmadan yemeğimizi yiyelim.” dedi.
Fei Xiao ise bir karşılık verme gereği duymadan, Da Fu’nun iyi olup olmadığına bakmak için yüzünü çevirdi.
Jian Yi, Da Fu’nun mizacını bildiğinden konuşmayacağını tahmin etmişti ve onun yerine “Gidelim.” dedi.
Yakınlarda üç katlı lüks bir han vardı, Mu Yang burayı seçmişti. “Yemekleri Lezzetlidir. Geç kalırsak oda alabiliriz.” diye belirtti.
İçeri girdiklerinde küçük masalar etrafında oturan şık giyimli insanlar ve güler yüzlü çalışanlarla karşılaştılar. Tavan oldukça yüksekti ve bir de balkonlar vardı. Çoğu masanın paravanı vardı. İnsanlar balkonda yemeklerini yerken paravanlarını kapalı kullanmayı tercih ediyordu. Önemli kişiler varsa ya da önemli sohbetler yapılacaksa her zaman üst kat tercih edilirdi.
“Yukarıda mı yoksa aşağıda mı oturmak istersiniz?” diye sordu adam.
Mu Yang etrafa göz gezdirirken Da Fu yelpazenin arkasından “Yukarı.” diye cevaplamıştı.
Kimse karşı çıkmayınca, adam güzel büyük bir masaya kadar eşlik etti. Her masanın kendine özel paravanları vardı, ve Da Fu bunu gördüğünde rahatlamıştı.
Herkes yerine geçtiğinde Mu Yang, Ah Guo’nun elindeki kılıç balığını alıp uzattı ve birkaç şey sipariş ettikten sonra sessizleşti.
Jian Yi, bu yolun bu kadar meşakkatli olacağını düşünmemişti. Aynı yoldan iki kez gelmesine rağmen ilk defa bu kadar bitkin hissediyordu. Aynı şekilde diğerleri de öyleydi.
Sakin ama yorgun olan Fei Xiao, arada gözlerini kapatıp uyukluyordu.
Mu Yang, bir bacağını kendine doğru çekmiş, kolunu ve başını dizine yaslayıp, delikli paravanlardan aşağıyı izliyordu. Aynı Şekilde Ah Guo’da bir şeylerle meşguldü.
Ve Da Fu sonunda iç çekerek elindeki yelpazeyi indirmişti.
O da, bir hayli bitkindi. Bir eli istemsizce şakaklarına doğru gittiğinde kendisine bakan odaklanmış gözleri fark etti. Bakışlarını kaldırdı ve Jian Yi ile göz teması kurdu.
Jian Yi sayesinde bozguna uğratılmıştı. Boğazına oturan yumru yüzünden birkaç defa yutkunduktan sonra başını eğip kucağındaki ellerine bakmaya başladı.
Bu gerginlik rahatsız ediciydi. Onlarca yolu bir sürü tehlikeye rağmen aşmıştı. Üstelik bunu iki defa yaptı. Kendisini kanıtlamak için, sadece biraz olsun ilgisini çekmek için kendi isteğiyle geçit ormanına bile gitmişti. O yaratıkların arasında resmen ölüyordu.Da Fu ile konuşma şansları olmamıştı, ancak onun hiçbir şey sormayacağını, nefret ettiği için Jian Yi’yi görmezden geleceğini düşünüyordu. Bu yüzden kendisi de Geçit Ormanı faciasını önemsemiyormuş gibi davranmaya devam etmişti. Ama karşılığında… Da Fu’nun nefretini kazanmıştı.
Üstelik bu nefret, diğerininkinden de ağırdı. Dağların yüce kayaları gibi, üst üste yığılı kin ve öfke resmen kemiklerini un ufak edebilirdi. Şimdi bile; bakışlarındaki duygusuz tavırların, kinden ve öfkeden ayrı olmadığın bir bakışta söyleyebilirdi!
Bunu hak edecek ne yapmıştı ki? Haksızlık, kesinlikle haksızlıktı.
Parmakları hafifçe avuç içerine doğru ilerliyordu.
“Biraz su, getirdim…”
Paravanı açan kişi, başını kaldıran Da Fu ile bir anlığına göz göze gelince donup kalmıştı! Ne yapacağını bilemeden öylece duruyordu!
Jian Yi ise sesi duyduğu gibi, anında atılmış; masanın üzerinde bırakılan yelpazeyi kaptığı gibi hiç düşünmeden, Da Fu’nun dehşetle donup kalmış yüzünü örtmüştü.
“A-Ah…Çok üzgünüm efendim.” Gözlerini kaçırdı ve suyu bırakarak başını eğip özür diledi. “Yemeğiniz gelmeden önce size sesleneceğim.” dedi mahcubiyetle.
Görünüşe göre, Da Fu’nun kim olduğunu bilmiyordu ve onu tanımamıştı. Jian Yi rahatlayarak bedenini hafifçe masaya bıraktığı sırada adam gitmişti.
Kısa süre sonra elini indirdiğinde bir anlığına Da Fu’nun ürkek gözlerinin yelpazede olduğunu ve onu geri çektiğinde gözlerini ellerine indirdiğini gördü. Bu gerçekten tuhaf bir görünüştü. Saldırgan, öfkeli ve umursamaz ölümsüz bir anda ürkek, savunmasız ve güçsüz olmuştu.
Bir anlığına gördüğü için yanıldığını düşünmesi bir dakikadan fazla zaman almadı. Aynı şekilde Fei Xiao, Da Fu’ya baktığı zaman karmaşık yüz ifadesini ve hafifçe çatık kaşlarını gördü sadece. Yeterince soğuktu, ve hiç de ürkek görünmüyordu.
Tam da Güney Söğüt Efendisinden beklenildiği gibiydi!
“Sinirlenmenize gerek yok efendim. Burada sizi tanıyan biri olacağını düşünmüyorum.” Ah Guo içinin rahat etmesi için dile getirdi.
Da Fu, yine talihsizdi. Fenerler bir bir yakılırken gözlerini Ah Guo tarafına çevirdiğinde genç irkilerek yerinden sıçramıştı.
Gün boyunca hiçbir zaman göz göze gelmemişlerdi. Evin içinde konuşurken dışarısı bulutluydu ve evin içerisi de boştu.
Aslında Da Fu’yu ilk defa kanlı canlı görüyordu. Gözlerinin gerçek renginin bu kadar açık bir renk olacağını düşünmemişti, ve kendisine bakan bu gözler ona sadece bir iblisin göz kürelerini andırıyordu!
“….”
Da Fu, Ah Guo’nun bir şekilde kendisinden çekindiğini fark ettiğinde yüzünü çevirdi. Çenesi sıkılıydı. Ve beklenmedik bir şekilde “Sinirlenmedim.” dedi.
Yansımayla parıldayan küçük nilüfer toka ve saçlarının mükemmelliği, sert yüzü ve daha önceden fark etmediği açık kehribar renkli gözleri olmasaydı aslında çok yakışıklı ve erdemli biri gibi görünürdü. Ancak korkunç kişilik ve dizginlenemeyen öfkeyle bunları söylemeyi bırak düşünmek bile tehlikeliydi.
Fei Xiao, bu küçük kazayı görmezden gelerek, adamın getirdiği bardaklara su doldurdu. Da Fu’nun susadığını hiç düşünmedi. İlk bardağı beklenmedik bir şekilde Jian Yi’ye uzattı. “Teşekkürler Xiong.” dedikten sonra, diğerlerine sırasıyla ikram etti.
Uzun bir süre sonra, getirilen yemeklerle hafif bir gürültü ve hareketlilik oluştu. Gelen başka biriydi ve muhtemelen diğer adam mahcup olduğu için ilgilenmesi için başka birini göndermişti.
İlk ikram edilen ve masanın büyük bir bölümünü kaplayan kızarmış kılıç balığıydı. Çeşitli bitkilerin üzerinde ve büyük nilüfer yapraklarının üzerinde kalın dilimler halinde kesilmiş, iyice temizlenmişti. Beyaz eti nar gibi kızarmıştı. Üzerindeki sos ve küçük soğan dilimleriyle ağzı sulandıran kırmızı bir görüntüsü vardı. Keza kokusu da görüntüsü kadar güzeldi.
Ardından sipariş edilen ikişer şişe alkol ve likör geldi. Bu likör LianHua’da en sevilen likörlerden biriydi. Özenle yapılır beş defa damıtılır ve içine vanilya eşliğinde gizli tatlar eklenerek yapılırdı. İşin iyi tarafı likörün soğutulmaya gerek olmaması ve asla bozulmamasıydı.
Da Fu’nun da favorilerindendi, ki ağız tadı seçkin biriydi ve bu lezzet karşısında söyleyecek tek bir kelimesi dahi yoktu.
İçkiler Lian likörü kadar iyi ve lezzetliydi. Getirilen diğer şeyler ise sotelenmiş mantar, Douchi, Haşlanmış woton ve erişte, kızarmış tofu, tatlı ekşi soslardı. Tatlı olarak Osmanthuslu çıtır tatlı vardı.
Da Fu istemsizce karnını tuttu, bir güzünü kapattı. Jian Yi aniden döndü, gözleri sertti ama endişe doluydu. Önce, Da Fu’nun karnının ağırdığını düşündü. Daha sonra göğsünde bir hareketlilik olunca, o kötü kedinin Da Fu’yu rahatsız ettiğini anlamıştı.
Kedi, yemeğin kokusuyla, sıkı yakaların arasından kafasını aniden çıkarınca Da Fu bile şaşkınlıkla yerinden sıçradı!
Kedi güzel ve büyük gözleriyle etrafa bakmak yerine doğrudan kılıç balığına bakıyordu. Ağzındaki salyalar inci gibi birikmişti ve küçük dili de ağzının kenarından görünüyordu.
Mu Yang küçük kediyi fark ettiğinde somurtarak gözlerini kaçırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde, Da Fu onu dışarı çıkardığında, Mu Yang’a dönüp uzattı. “Al, rahat etmek istiyordu.” Dedi.
Mu Yang afallamış yüz ifadesiyle uzatılan kediye öylece baktı, “Rahat etmek istiyordu” da ne demek!? Orada çok mu rahattı yani? Bunu iddia edecek kadar kendini önemsiyor muydu yani!?
“Şişman kedinin benden hoşlandığı falan yok. Damak tatlarımız uyuştuğu için beni tercih etmiş olmalı.” Da Fu bıkkınlıkla kediyi Mu Yang’ın kucağına attı ve göz devirerek önüne döndü.
Mu Yang, kucağındaki kedinin sevimli ve uslu bir şekilde oturmasına mı yoksa böyle önemsiz bir konu için Da Fu’nun açıklama yapmasına mı şaşırmalıydı bir türlü karar veremedi ve rahatsız hissedip, yüzünü eğdi, sessizleşti.
Böylece bambu çubukları eşliğinde herkes ortak olarak yemek yemeye başlamıştı.
Fei Xiao kılıç balığını hem yumuşak hem de acı-baharatlı olmasını çok beğenmişti. Yun sektine katıldığı ilk zamanlardan bu yana her zaman sade ve az baharatlı şeyleri tercih etse de kılıç balığının tadı gerçekten muhteşemdi. Et gevrekti ama anında ağızda dağılıyor ve yumuşuyordu. Bu yüzden iştahla acı olan birkaç yemekten daha yemenin mahsuru olmayacağını düşündü.
Mu Yang şaşkındı. Göz ucuyla izlediği Fei Xiao’yu böyle iştahlı görünce, neredeyse çubuklarının ucundaki erişteleri döküyordu. Bir an afallamış olsa da kontrolü hemen eline aldı ve kaygan erişteleri bir çırpıda ağzına attı.
“Bu gerçekten lezzetli.” dedi Fei Xiao, Ah Guo’ya doğru. Ah Guo da, seçtiği balık dolayısıyla gururlanmıştı.
Hui, küçük bir köşede güzelce beslendi.
Küçük tıkırtılar ve ılık yemekler eşliğinde sohbetler edildi. Tuhaf olansa, bir buz kütlesi kadar soğuk ve duygusuz olan Da Fu’nun sohbetin çoğunda olmasıydı.
Fei Xiao, yemek yerken bir yandan kediyle ilgileniyor bir yandan, yanında oturan Da Fu’ya bakıyordu. Diğerleri Fei Xiao gibi cesaretli değildi, bu yüzden diğer üçü karşı taraftaydı. Ve böylece Da Fu da rahatsız edilmeyecekti.
“Ah, bunu denediniz mi?” dedi Fei Xiao, toylukla. Da Fu’nun değişik duygu durumunu bir anlığına gözden çıkararak dost canlısı bir şekilde konuşmuştu. Da Fu ise kafası karışık gibi, tuttuğu bambu filizini bile yiyememişti. Tek başına yemek yemeğe alıştığından, yemek yiyemiyordu.
“Bana mı söylüyorsun?” şaşkınca sordu.
Fei Xiao, hafif yağlı ve kızarmış dudaklarını sildikten sonra gülümseyerek başını salladı.
“Denemedim… Aslında burada yiyebileceğim pek fazla bir şey yok.”
Fei Xiao’nun kaşları havalandı. Yanakları doluydu, bu yüzden konuşmadan önce bir süre zaman geçti. “Yeniden sipariş verebiliriz. Ama aslında oldukça lezzetliler, biraz bundan denemek ister misiniz?”
“Bana sade douchi mi ikram ediyorsun?” diye sordu Da Fu aynı ifadeyle, sesinde bir merak vardı. Fei Xiao Hafifçe güldü. “Hayır, bu kılıç balığı değişik soslarla yapılmış, ve aşçıya yemeği nasıl yapacağına dair bir talimat vermediğimiz için gan usülü baharat ve acı kullanmış, normalde balık yemeklerinde ya da acı kavunların yenmesi için de kullanılıyor, biraz douchi alın ve biraz da balık.”
Da Fu somurtarak söylenenleri yaptı. Ve herkes bu itaatkarlık karşısında donup kaldı. Mu Yang, Fei Xiao’nun yakın olduklarını söylediklerinde ciddi olmadığını düşünmüştü ama gerçekten de fazlasıyla yakınlardı…Bu kadarı biraz fazla değil miydi hem? Hangi yüzle ona arkadaşmış gibi davranıyordu?! Peki ya diğerine ne demeli? Küçük bir çocuğa ayak uyduruyordu, üstelik kendisi kanlı canlı bir iblis iken!
Da Fu, kasvetli bir şekilde çubukların ucundaki küçük lokmaya baktı.
“Aslında oldukça lezzetlidir.” dedi.
Ama Da Fu tereddüt etmeye devam ediyordu ve daha ağzının yanına bile yaklaştırmadan, çubuklarını anında bıraktı. “Yemeyeceğim.” dedi. Kaşlarını hafifçe çatarak somurtuyordu.
Fei Xiao, neredeyse yaklaşmıştı! Ancak sadece bir ısrar hakkı olduğunu biliyordu. Bu yüzden Da Fu yemeği tamamıyla bırakmadan önce biraz bambu filizi topladı ve Da Fu’nun tabağına koydu. “Yolumuz bir hayli uzun, bu yüzden biraz yemeyi deneyin. Ya da başka şeyler sipariş edebiliriz.”
“Yemeyeceğim.” dedi Da Fu bir kez daha. Kasvetli ve soğuktu. Oyuna ayak uyduramamış küçük bir çocuk gibi öfkeli görünüyordu.
“Ama-”
“Hayır.”
“Peki ya bu?”
Jian Yi, beklenmedik bir şekilde sohbete katıldığında herkes sessizleşip ona baktı.
Güzel ve gevrek osmanthuslu tatlılardan birini alıp Da Fu’nun tabağına çekinmeden koymuştu. “Bu gerçekten lezzetlidir. Hiç denedin mi?” sesi durgun ve sakindi. Gözleri de aynı şekilde heybetli ve ağır başlı, bir dağın sükutuyla örtülmüştü.
Bildiği bir sorunun cevabını sormuştu.
Da Fu, masanın uzak bir köşesinden taşınıp tabağına koyulan tatlıya göz ucuyla baktı. Daha sonra Jian Yi’nin yüzüne baktı. Bu adamın yüzünde ilk defa olgunluğa dair bir işaret vardı, ya da o hiç dikkat etmemişti… Jian Yi kendinden emin duruyordu.
Bu bakışla elbetteki Da Fu biraz beğeneceğini düşünmüştü. Tatlıyı denediğini hiç mi hiç hatırlamıyordu.
“Denemedim.” yine de ön yargılıydı.
Jian Yi ise hafifçe gülümsedi ve bir tane daha alıp tabağına koydu. “Beğeneceğine eminim. Acı şeyler daha çok hoşuna gidiyor olabilir ama tatlı beğenilerini karşılayacak türden. Tatlı şeyler yedin, değil mi? Bu diğerlerinden biraz farklı. Çıtır ve gevrek ve ağızda dağılan türden. Bu yüzden çok beğeneceksin.”
“…”
“…”
“… ”
“……………. ”
“……?”